Halktan istiğna

Ahirzamanın en dehşetli hayat şartlarında Sahabe mesleğinin bir cilvesini yaşayan ve yaşatan Risale-i Nur mesleğinin en önemli temel prensiplerinden birisi de, halktan istiğna etmektir.

Maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî hiçbir şey beklemeden, yalnız ve yalnız rıza-yı İlâhî için yapılması gereken iman hizmeti esnasında, bu maksadın dışında hiçbir gaye gözetilmez. Aksi takdirde ihlâs zedelenir ve arzu edilen gaye de elde edilemez. Beyhude zillet ve meskenete düşme ihtimali söz konusu olur.

Ortaya koyduğu Risale-i Nur mesleğinin orijinal prensiplerini fiilen nefsinde yaşayan Bediüzzaman Hazretleri, sekiz yaşından seksen küsûr yaşına kadar halktan istiğna mesleğini takip etmiş, en sıkıntılı zamanlarında bile halklara ihtiyacını arz etmemiştir. Batı Anadolu’ya hiçbir sebep yokken sürgün edilirken, zekât vermeyi teklif eden zengin beylere “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisat ve kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” diyerek mükerrer ve ısrarlı tekliflerini reddeder. Zekâtlarını teklif eden o zenginlerin bir kısmı, iki sene içinde iktisatsızlık yüzünden borçlanmak durumunda kalırlar. Üstad diyor: “Lillahilhamd, onlardan yedi sene sonra o az para, iktisat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüzsuyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hacete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan ‘nâstan istiğna’ mesleğimi bozmadı.” (Lem’alar, s. 358)

Evlâd-ı Resul ve Seyyidler neslinden gelmenin bir neticesi olarak, kimseden zekât ve sadaka almama mecburiyeti olan Bediüzzaman Hazretleri, sünnet olan hediyeyi bile kabul etmeyişinin ciddî beş altı sebebe dayandığını söyler. Ehl-i dalâlet tarafında dine hizmet edenlerin, dini bir geçim vasıtası yapıyorlar ithamlarını fiilen yalanlamanın bir gerekçe olduğunu ifade eder. Peygamberlerin yolunu takip ederek halkı irşat edenlerin “Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir.” deyip halktan istiğna etmeleri icap ettiğini beyan eder. Allah namına verip Allah namına almak gerekirken, gafil insanların verdiği ve minnet istediği hediyeyi almamanın daha evlâ olduğunu söyler. “Salâhat niyetiyle sana verilen bir hediyeyi, sen salih olmazsan kabul etmek haramdır.” fetvasından hareketle, kişinin kendisini salih bilmesinin salih olmadığına delil ve kendini salih bilmeyerek alınanın ise haram olması dolayısıyla, her iki halde de hediye alınmasının doğru olmayacağını ifade eder. Bu haklı gerekçelere binaen, ömrü boyunca kimseden zekât, sadaka ve hatta hediye bile kabul etmeyen Bediüzzaman, eğer bu esaslı prensip sadece kendine ve şahsına ait bir düstur olsaydı, başta İkinci Mektub olmak üzere, kıyamete kadar okunacak Nur Risâlelerine bu prensipleri yazmazdı. Eğer yazılmışsa, elbette o risaleleri okuyan Nur cemaatleri ve en azından bir kısmı, bu kaideleri yaşayacaklardır. Hâssaten Zübeyrî çizgiyi takip edenlerin bu husustaki hassasiyeti buradan kaynaklanmaktadır.

“Hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muâvenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-ı ihlâslarına ve sadıkâne olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisan-ı hâl ile dahi istenilmez. Belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlâsı zedelenir. Hem ‘Benim âyetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin.’ âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.” (Lem’alar, s. 398) Bu tesbitler, dine hizmet edenleri cidden düşündürmeli ve uyandırmalıdır.

Bu hususta Üstadımızın hassasiyeti en zirvededir. Bizlere ibret olsun diye anlattığı şu hadise ne kadar anlamlıdır: “Mühim bir tüccar dostum, otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. ‘İstanbul’dan senin için getirdim beni kırma’ dedi. Kabul ettim, fakat iki kat fiyatını verdim. Dedi: ‘Ne için böyle yapıyorsun? Hikmeti nedir?’ Dedim: ‘Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatimi terk ediyorum. Çünkü dünyaya tenezzül etmez, tama ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstattan alınan ders-i hakikat, elmas kıymetinde ise; sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tama zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstattan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte, sana mânen otuz lira zarar vermekle otuz kuruşluk menfaatimi aramak bana ağır geliyor ve vicdansızlık telâkki ediyorum. Sen madem fedakârsın, ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme.’ O da bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.” (Barla Lâhikası, s. 206) Burada anlatılan incelik, ne kadar ibret vericidir!

Bu sırlara binâen, mensubu olmakla şeref duyduğumuz ekol, hizmetlerini, dâvâyı kendi dâvâm diye kabul edenlerle birlikte yürütür. Kendi yağıyla kavrulmayı tercih eder. Alâkası olmayan ne fertlerin ve ne de devletin minnetini almaz. Halisen, muhlisen yollarına devam ederler. Başkalarının ne yaptığı onları hiç ilgilendirmez. Bir kısım grupların, zengin tüccarlardan ve devlet imkânlarından alabildiğine yararlandığı bir zamanda, bu tarz garipsenebilir. Ama olsun. Bu tarz, Bediüzzaman Hazretlerinin ortaya koyduğu Nur Mesleğinin yoludur ve en temel düsturlardan da birisidir. Çeşitli metotlarla dine hizmet veren grupları tebrik etmek de, aldığımız Kur’ân terbiyesinin gereğidir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*