Harap bir kalbin psikolojisi üzerine

Kusursuz bir bahar gününün tam ortasındayız; yirmili yaşların başında üç arkadaş. Biri edebiyatçı, diğeri felsefeci, öteki ilahiyatçı. Her birimizin farklı dünyaları var. Solcu bir zihniyete sahip edebiyatçıyla felsefeci. Makyajları, saçlarının boyası, giyimleri bana göre çok farklı. Buluştuğumuz ortak alan; yazı. Kelimelerin sihirli dünyası, harflerin cezbi, düşüncelerin mânâ iklimi bizi bir araya getiren.

Tarihe şahitlik etmiş yarım asırlık çınarların altında sohbet ediyoruz. Felsefeci aşktan mustarip; yana yakıla anlatıyor derdini. “Gözlerine bakamadığım için nokta koydu ilişkimize, insan sevdiğine öyle kolay kolay bakabilir mi? Bakışlarını bile sakınır maşukundan!”

Susturamıyor yaralanmış, lime lime doğranmış kalbini. Anlattıkça anlatıyor. Yüzünün acıyla yoğrulmuş çizgileri, yüreğinin sırlarını döküyor ortaya. Ağzından çıkan her bir sözcük elem, keder, kahır taşıyor. Aşkını kaybetmenin verdiği telâşla hayatının anlamını da yitiriyor.

Teselli kabilinden birkaç cümleyle avutmaya çalışıyoruz, Bağdat misali harap olan kalbini. Aklıma Elif Şafak’ın ‘Aşk’ ismini taşıyan popüler kitabından birkaç satır geliyor. “Akıl kolay kolay yıkılmaz, aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Hâlbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var.”

Harap bir kalbin psikolojisi üzerine çok şey söylenebilir. Psikologlar aşkı insanın tecrübe kazanması, olgunlaşması olarak görür. Ancak kaçırılan ufak bir nokta var. Hangi aşk? Gönüllerde sakız olmuş aşklar, kotarabilir mi yürekleri? Her gün birisiyle gezip, tozmak mıdır insana tecrübe kazandıran? Çağımızın ne istediğini bilmeyen, her şeyi çılgınlar gibi tüketen insanları, aşkı hiç rahat bırakır mı? Ah bu mecazi aşklar… Şehvet kokan zevklerle masum aşkı karıştıran şarkılar, filmler, diziler, romanlar, hayatlar. Yok mu bu işin hakikatini bilen?

Bediüzzaman, insan psikolojisi üzerine derinlemesine çözümlemeler yaparken aşk bahsine de değinmiştir. Hani ne diyordu 24. Söz’de?

“Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allaha ısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksan dokuzu mâşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalb ile, sanem-misâl dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakîldir ve istiskâl eder, reddeder. Zîrâ fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehevânî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refâkat etmiyor, senin rağmına müfârakat ediyor. Mâdem öyledir, bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.”

Sözü daha fazla uzatmaya ne hacet! Şair bile demiyor mu, “Ölümdür yaşanan tek başına/ Aşk iki kişiliktir.”

O halde helâl dairesinde doğru aşkı yaşamak gerek. Dikenli yollar kalbini kanatmadan, çakıl taşlarına takılmadan, hoyrat rüzgârlara aldırmadan hakikate varmak en güzeli değil mi?

***

Güneş son ışıklarını gönderirken, akşam serinliği iyiden iyiye hissettirmişti kendisini. Tarihî çay bahçesinde rüzgârla dans eden yaprakların ruhu okşayan hışırtıları eşliğinde devam ediyorduk sohbetimize. Bu sefer anlatma sırası edebiyatçıdaydı.

“Benim uzun süreli ilişkilerde gözüm yok. Vakit geçsin istiyorum sadece. Ama güzel vakit geçirebileceğim birisi bir türlü çıkmıyor karşıma.”

İlginç bir problemle karşı karşıya olduğumu hissettim o anda. Aşırı bir tepki vermemek için sakin görünmeye çalışırken düşünüyordum. Neden uzun süreli bir ilişki istemiyor? Onu bu şekilde düşünmeye iten güç nedir? Sanki anlamış gibi sorularımı cevaplandırıyor.

“Hayatımda hep bir şeyler eksik. Kimi seversem seveyim içimdeki o eksiklik duygusu bir türlü gitmiyor. Daima içimde bir yerlerde bekliyor. Hiç durmadan aklımı, zihnimi, kalbimi karıştırıyor.”

Oysa hepimiz yaşıyorduk bu hissi. Kendini tam hissedebilen birisi var mıydı dünyada? Her gün yeni düşünceler, hedefler belirliyor, birçoğumuz onları elde etmek için hırsla/azimle çalışıyordu. Her birisinin gerçekleşmesiyle memnun olacağımız yerde, hayrettir; daha da eksiliyorduk. En çok da vakit asr’a işaret ederken hissediyorduk bu çetrefilli duyguyu. Yazar ‘Giderken Bana Bir Şeyler Söyle’ isimli kitabında anlam atfediyordu yaşadığımız o garip hisse, “insanın en temel sorunu, hikâyesinin boşluğa mı yoksa sonsuzluğa mı yazıldığıdır.”

Sahi, bizim hikâyemiz nereye yazılıyordu?

Cevap veremiyorduk, duygularımızı tanımlamaktan bile acizdik çünkü. Varoluş amacımızı bile unutuyorduk çoğu zaman. Belki bu yazıyı okuyanlar biliyor; ama ya ötedekiler, karşımda duran edebiyatçı biliyor muydu?

Birden farkına varıyorum edebiyatçının cümlelerinde haykıran gerçekleri. Sevilmek değil onun niyeti, hayran olunmak, başkalarının gözlerinde varlığını görmekti. Narsistleşmiş benlik, harap bir kalp… Belki de bu yüzden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyor, kimsenin gözbebeklerinde yaşayamıyor. Asıl aşkı arzuladığının farkında bile değil. Aşk-ı bekadan bîhaber, ümitsizce fani aşkların limanlarına sığınıyor.

Mektubat’ta Bediüzzaman aşkın tarifini yaparken hem getirilerinden hem götürülerinden bahseder. “Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.”

Edebiyatçı, dipsiz kuyulardan çıkıp, aşk-ı hakikiye ulaşabilir miydi? Sanırım biraz beklememiz ve onu gözlemlemeye devam etmemiz gerekiyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*