Harbî düşman yapmaz bunu

Bayram haftası öncesinde yarım bıraktığımız konuya kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Meselenin özü ve özeti şudur ki: Halkın nazarında dindar olarak bilinen bazı mütecâvizler, hangi maksada hizmettir bilinmez, Üstad Bediüzzaman’a karşı hasmane bir tutum izlemeye başladılar. Akla hayale gelmedik isnat ve iftiralarda bulunuyorlar.

Öylesine iğrenç karalamaları sıralıyorlar ki, bugüne kadar bunu ne harbî düşmanlar yapmış, ne de şeytana tilmizlik eden fırlamaların aklına gelmiş türden.

Bütün bu saldırı ve kara çalmalar gösteriyor ki, tehlikenin büyüğü artık içeriden geliyor.

Eskiden tehlike dışarıdan geliyordu. Buna karşı konulması nisbeten kolaydı. Şimdilerde ise, kurt gövdenin içine girmiş, bünyeyi habire kemirip tahribe çalışıyor.

Meselâ, dost postuna bürünmüş birileri çıkıyor ortaya, bütün sermayesini Üstad Bediüzzaman’ın “seyyid olmadığı” üzerine bina edercesine ahkâm üstüne ahkâm kesiyor.

O muazzez zâtın seyyidlerden olma ihtimaline dahi ateş püskürüyorlar.

Niye ki? Bediüzzaman Hazretleri gibi şu âhirzamanda Kur’ânî bir çığır açan ve milyonların imânını kurtarmaya hizmet eden bir şahsiyetin seyyid olmasından daha mâkul, daha normal ne olabilir?

Onun seyyid olmasından niçin bu derece rahatsızlık duyuluyor? Neden hop kalkıp hop oturuyorlar? Acaba bundan kimin hangi menfaati zedeleniyor?

Bakınız, bu tahammülsüzlerden biri çıkıyor ve Üstad Bediüzaman’ın bir talebesinin hatıratını naklederken, sadece ve sadece “Kardeşim, sen Mehdi’yi göreceksin” kısmını cımbızlayıp nazara veriyor.

Oysa, Hz. Üstad, o şahsın sorması üzerine şunları da söylüyor: “Annem Hüseynî, babam Hasenî’dir.” (Şahiner; Son Şahitler–III : 238)

Yani, Üstad Bediüzzaman, hem anne tarafından hem de baba tarafından seyyit olduğunu o zâta söylediği halde, bazıları kasıtlı şekilde bunu görmez ve asla görmek istemez. Çünkü, işlerine gelmez.

Bakalım, bu kasıtlı saptırma ve karartmaların sonu nereye varacak? Allah ömür verirse bunu da görmüş oluruz.

Gelelim, dost görünümlü bir başka karalama, saptırma ve hatta hiç görülmedik, duyulmadık saldırı örneğine…

Kaynak belirtme numarası

Kimseyi beğenmeyen, herkese bir kulp takan, adeta bir gurur ve kibir heykeli gibi karşımıza dikilen şahıs, yazdığı Sultan II. Abdülhamid’le ilgili kitabın özellikle 22 ve 23. sayfalarında Üstad Bediüzzaman hakkında vicdanları sızlatan iddia ve isnatlarda bulunuyor.

Ve inanın, bunların tamamı desteksiz atışlardır. Hiçbir iddiasına delil, ispat getirmiyor, kaynak ismi belirtmiyor.

Sadece ve sadece konudan bağımsız bir tek cümlesinin sonuna Üstad’ın “Nutuk” isimli kitabı için “Kütübhâne–i İctihad, İstanbul, 1326” diye bir not düşmüş ki, bu da tamamen bir kandırmacadan, bir yutturmacadan, bir göz boyamadan ibarettir.

Zira, o kaynak eserin muhtevasıyla, müfterinin iftiraları arasında zerrece bir bağ, bir münasebet yoktur.

Bu kaynak belirtme numarasıyla, gûyâ diğer iddialarına delil getirmiş gibi havayla okuyucuyu resmen yanıltmaya çalışıyor.

Gelelim “Abdülhamid meddahı” patentli yazarın, Nutuk kitabıyla da, hak ve hakikatla da hiçbir alâkası bulunmayan isnat ve iftiralarına…

Ezcümle, diyor ki:

1) Sultan Abdülhamid’e muhalefet kendilerine hiç yakışmayan Bediüzzaman Said Nursî, pek geç kalmış olsa da, âhir ömründe bundan dolayı nedâmet göstermiştir.

2) Bediüzzaman, 1960 yılında vefâtıyla nihayetlenen Urfa seyahatine çıkarken, Sultan Abdülhamid’in Ankara’daki torunu Namika Sultan’ın evini ziyaret etmiş ve dedesi adına ondan helâllik dilemiştir. (Devamla… “Hakikaten o anda Urfa’ya gitmek üzere yola çıkmış bulunuyordu. Urfa’ya varmış ve kısa bir müddet sonra da orada vefat etmiştir.” S. Abdülhamid, s. 22)

3) Said Nursî, Zeynep Kâmil Konağında bir konferans vermiş ve Sultan II. Abdülhamid hakkında ileri–geri sözler sarf ederek “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor. Çıksın oradan! Ben orayı mektep yapacağım!” demiştir.

4) Said Nursî, Sultan Abdülhamid’le ilgili sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş. Ancak, doktorlar: “Aklında bir noksanlık olmadığını ve sırf görgüsüzlüğü sebebiyle yakışıksız sözler sarf ettiğini” söyleyerek onu serbest bırakmışlar. Daha sonra Mabeyn’e gelerek Padişah ile görüşmek istemiş, fakat bütün ısrarlara rağmen belindeki hançeri çıkarmak istemediğinden, bu görüşme vaki olamamıştır.

5) Sultan Reşad’dan Van’daki medrese için para almış ve hayatının sonuna kadar bu parayla yaşamış. Arta kalan altınlarla da, bugünkü Hayrat Vakfı kurulmuştur. (Age, s. 23)

Söz konusu kitapta, daha başka hezeyanlar, desteksiz isnat ve iddialar da var. Fakat, daha fazla sabrınızı zorlamadan, cevaplara geçelim…

* * *

1) Daha evvelki bölümlerde ve daha eski yazılarımızda da genişçe ifade ettiğimiz gibi, Üstad Bediüzzaman, Sultan Abdülhamid’in şahsiyetini hedef alan, onu tahkir veya tezyif edici beyanlarda bulunmadığı için, bir özür dileme, bir nedâmet duyma durumu da söz konusu değildir. Ömrünün sonuna kadar telif ettiği kitap ve lâhikaların hiçbirinde, hürriyeti, meşrûtiyeti müdafaa ettiğinden dolayı bir pişmanlık duyduğunu yazmamıştır. Asıl, fikrinden dolayı Bediüzzaman’ı hapse atıp cezalandıranların ondan özür dilemesi gerekir: Hem Mutlakiyetçilerin, hem İttihatçıların, hem de Halkçıların…

2) Bediüzzaman Hazretleri, 23 Mart 1960’ta vefatıyla neticelenen Urfa yolculuğu esnasında Ankara’ya uğramış dahi değil. Yol güzergâhı, Emirdağ’dan hareketle İsparta, Konya, Pozantı, Adana, Antep ve Urfa şeklinde olmuştur. Yol arkadaşı talebelerinin anlattıkları meydanda; hatta şoförlüğünü yapan Muhterem Hüsnü Bayram halen hayatta. Dolayısıyla, yazarın “Ankara’dan geçti…” şeklindeki sözleri tamamiyle bir uydurmadan ibarettir. Tıpkı, diğer uydurmaları gibi…

3) Bediüzzaman, idamla yargılandığı Divân–ı Harb–i Örfî Mahkemesinde, bu konuda Sultan Abdülhamid’e hitaben gazete lisânıyla şunları söylediğini beyan ediyor: “Münhasif (sönükleşmiş) Yıldız’ı dârülfünûn et, tâ Süreyyâ kadar a‘lâ olsun….” (Bkz: Aynı isimli eser, Yarı Cinayet bölümü.)

Kaldı ki, Bediüzzaman’ın öyle nezâketten uzak sözleri sarf etmek gibi bir âdetinin olmadığına, onu tanıyan ve eserlerini okuyan yüz binler şehahet eder.

4) Bediüzzaman Hazretleri gibi bir şahsiyeti “görgüsüzlük”le itham eden ve Sultan Abdülhamid’le görüşememenin yegâne sebebini de belindeki kamayı çıkarmaması şeklinde iddialar savuran bir kimseye ilk defa rastlanıyor. Bediüzzaman’ın idam edilmesini isteyen harbî düşmanları dahi ne böylesine iftiralar uydurmuş, ne de bu tarz sözleri sarf etmiş.

5) Bu şeni’ iftiraya, bir hafta önceki yazılarda cevap verdik. Ayrıca, şunları ilâve etmekte fayda var: Üstad Bediüzzaman’ı az–buçuk tanıyan, eserlerini okuyan herkes, onun istiğnâsına şahitlik eder. Onun kimseden en ufak bir yardım talebinde bulunmadığını, kimsenin hediyesini dahi mukabilsiz almadığını bilir.

Kaldı ki, Üstad’ın Sultan Reşad’la seyahati 1911 Haziran’ında olmuş, ardından Balkan ve Dünya Harbleri yaşanmış, Üstad Ruslara esir düşmüş, iki buçuk yıl süren esaretten sonra İstanbul’a gelip Dâr’ulhikmeti’l-İslâmiye’de en yüksek maaşla çalışmaya başlamış ve bu maaşının kısm–ı âzamını da kitaplarının basımına sarf edip meccânen dağıttırmış.

Hayatı boyunca çok az bir gıda ile tagaddi eden, 84 yamalı cübbesini dahi atmayıp hususî hayatında giyinen, daima “âzamî iktisad” düsturu ile yaşayan bir insana, tutup “devletin parasını yedi” diye iftira atmak, âhirette olduğu gibi her halde dünyada dahi karşılıksız kalmayacak.

NOTLAR:

1) Aynı şahıs(ların) kabih iftiralarına Muhterem Abdülkadir Badıllı’nın da gayet müskit ve müstakim cevaplar verdiğini, internetteki birkaç web sitesinde gördüm. Arzu edenler, o adreslerdeki yazılara da bakabilir. (iftiralar.blogcu.com; www.ihvanforum.org)

2) Bu arada, Hayrat Vakfından bir açıklama gelirse, onu da maalmemnuniye dikkate alırız.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*