Hasret kaldığımız ulvî hakikatler ve sorumluluklarımız

Millî şairimiz, merhum Mehmet Âkif Ersoy’un “İmansız olan paslı yürek sinede yüktür” tesbiti yaşadığımız bu günler, insan ve insanlık için çok derin manaları ihtiva ediyor.

İnsanlık tarihi boyunca toplum ve fertlerin gerçek değerlerine yapılan çok farklı referanslar, izahlar ve yorumlar olmuştur.

Dünya tarihi boyunca “İlâhîliğe ve vahye” dayanmayan her türlü fikir, yorum, icraat insanlığı bataklığa, darlığa, zorluğa, karanlığa, hüsrana, probleme ve çıkmaza götürmüştür.

“Kemiyet”, çokluk noktasında az da olsa netice alan görüş, rehberlik, tatbikat, tavsiye ve tesbitler, “keyfiyetin” yani kalitenin hâkim olduğu “nübüvvet” yoluyla insanlığa mal olan ve o miras yoluyla gelen fikir ve icraatlardır. Yani, “İlâhîliğin” ta kendisidir.

“Nübüvvetin” temsilcisi olan bütün peygamberler başta olmak üzere, gavslar, aktaplar, asfiyalar, evliyalar, âlimlerin takip ettiği “İlâhî yol” insanlığın saadet ve mutluluk kaynağı olmuştur. Bunun bu zamanda zıddı ise, ateizmin temsilcisi olan “materyalizmdir.”

Allah bilir; “kıyamet âlâmetlerinin” çok belirgin ve net olarak görülmeye başladığı bir zamandayız hissini yaşıyorum. İşte bu nokta da çok büyük bir sorumluluğun; şuur, akıl ve dâvâ sahiplerini beklediğine inanıyorum.

Elinde “Atom Bombasından” daha kuvvetli, manevî bir silâh olan; Kur’ânî hakikatlere sahip olan bir şahıs ve cemaatin; materyalizm ve dinsizlikten kaynaklanan hegemonya ve propagandaya karşılık, hem iç hem de dış dünyasında tatbikini yapacak bir şeyleri olması gerek. Bunun da yolu her konuda en etkili çözüm ve rehberliği getirmiş olan Kur’ânî hakikatleri âleme duyuracak hamleye omuz vermekle olur. Bu konudaki hamleyi artık geciktirmeden biraz daha etkili, geniş, kapsamlı ve çabuk yapma mecburiyetimiz ortaya çıkmış görünüyor. Her konuda üretken, hayatıyla hakikatleri yaşayan fertler ve onun meydana getirdiği “şahs-ı maneviyi” oluşturan bir cemaat olmak durumundayız. Tembellik, umursamazlık, bıkkınlık, ülfet bu misyonu, meslek ve meşrebi kabullenenlere göre olamaz.

“Neleri nasıl yapabiliriz?” sorusuna verilecek cevaplar da Kur’ân’ın manevî mu’cizesi olan Risale-i Nur Külliyatında vardır.

Burada ilk ve değişmez şart: “Zaman-ı Saadette Kur’ân’dan neş’et eden İslâmiyet, sanki bir şeceredir. Kökü Zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın ab-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve manevî semereleri yetiştiriyor.” (İ. İcâz, s. (eski:) 52, (yeni:) 84) hakikatini anlamak, yaşamak ve yaşatmaya çalışmak gerekiyor. Yoksa—Allah korusun—kafalarda dumura uğramış, his katılmış, kendine has bir “İslâmî anlayışı!” hâkim kılmaya çalışmak değil.

İkinci önemli husus ve basamak “Sünnetullah”ı ihya etmek ve yaşamak.

Nur Külliyatını okuyanlar için bütün bunların yanında lâzım olan en büyük prensip ve umdelerden birisi: “meslek sadakati” ile taassubu ayıran çizgiyi tesbit ve tahlil edip ilk önce iç dünyamızda hazmetmek olmalıdır diye düşünüyorum.

Diğer önemli bir husus ise; bu akide ve bilgileri en güzel bir şekilde tatbik ve uygulamaya koymak olmalıdır. Bunun yolu da kesin kes, “Risale-i Nur okumaları” üzerinde yapılacak tahşidat ve yoğunlaşmayla alâkalı ve bağlıdır.

Başka bir konu; “meşrûiyetten” asla ayrılmamak, mukaddes dâvânın gereği ve olmazsa olmazı olan; kırılmaz sadakat ve metanet çizgisini kalp, akıl, ruh, his dünyasından günlük hayatımıza aktarma gayret ve tatbikatına ulaşmak.

Diğer bir önemli konu; hayatı, olayları, insanları ve zamanı Kur’ân pencere ve perspektifinden çok iyi süzüp, okumak.

Başka bir konu akide, inanç, tatminkârlık, direnç ve ümidi sarsmadan sinede taşımak.

Diğer önemli bir prensip; kişiyi değil “şahs-ı maneviyi” esas alan meşveretle hareket etme basiret ve kararlığından asla taviz vermemek.

Meşrû bir direnç destanı olarak bu topraklardaki bahtiyar insanlar başta olmak üzere bütün insanlığa örnek ve rehber olan Üstad Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur Talebelerinin devr-i sabıka karşı gösterdikleri “meşru müdafaa ve hak arama” örneğine bağlı kalarak meşru zemin “direnç noktasını” menfiye dönüştürmeden takip etmek.

Devrimlerin her şeyi devirdiği ve bin senelik tarih, kültür, inancın üzerinden silindir gibi geçtiği bir dönemde kimsenin burnunu bile kanatmadan Türkiye toplumunu bu günlere ve şartlara getirmenin bedeli zulüm, işkence, hapis, sürgün olsa da neticesi hayır olmuştur. Bu şanlı destanı, kırılmaz çizgiyi, sarsılmaz imanı, sağlam iradeyi, bükülmez bileği Allah’ın izniyle başarıya ulaştıran yol ve tarz sadece bu ülkenin değil İslâm ve insanlık âleminin de izleyeceği yol ve tarzdır.   

1- Kur’ân okuma ve eğitimine dönüş bu tarzla elde edilmiştir.

2- Ezan-ı Muhammedî’nin yeniden hayatlanmasına bu yolla ulaşılmıştır.

3- Başta başörtüsü olmak üzere tesettür denen hayâ, ar, namus simgesine giden yol bu anlayış ve uygulamayla kazanılmıştır.  

4- Şeair-i İslâmiye ve umur-u hayriye bu irade ve tatbikatla yeniden ihya edilip hayata döndürülmüştür.

5- Azâmî kardeşlik ve mânevî gelenek, göreneklerin hepsi bu anlayış ve görüşle tekrar hayata kazandırılmıştır.

Bundan dolayıdır ki; bu topraklardaki bütün Müslümanların ve bütün insanlığın tarih ve hakikat adına Bediüzzaman’a minnet borcu vardır. Asrın büyük dâhisi, hamisi, rehberi, manevî tabibi, müçtehidi Bediüzzaman Said Nursî bu emsâlsiz ve güzide inanç ve tatbikatıyla;

Öfkeyi; sineye gömmüştür.
Kini; kendi sınırında kalmaya mahkûm etmiştir.
Zulmü; yokluğa mahkûm etmiştir.
Yalanı; sürgüne göndermiştir.
İnadı; sadakatle mübadele edip, değiştirmiştir.
Kötülüğü; iyilikle ıslah etmiştir.  
Dalâleti; ilimle mağlûp etmiştir.
Taassubu; hakikatle istikamete tebdil etmiştir.
Radikalizme; asla prim vermemiştir.
Menfaati; kardeşlik ve “fenâ fil ihvanla” yer değiştirmiştir.
Korkuyu; kendi dünyasından ve yakın diyarlardan uzaklaştırmıştır.
Cesareti; ümitle ve arzuyla canlandırıp hayatlandırmıştır.
İfrat ve tefriti; Kur’ân tezgâhından süzülen; akıl, mantık, muhakeme ve şuurla ötelemiştir.
Haksızlığı; Kur’anî ve sünneti adaletle ilzam etmiştir.

Şimdi elimizde bunlar varken gereğini yapmanın zamanıdır. Yapılmayan her hayırlı hareket menfîlik, yıkım, günah, kan, gözyaşı ve en tehlikelisi “terör” olarak bize dönecektir. Cenâb-ı Hak rızasından ve istikametten ayırmasın. Bizlere bu ulvî hakikatleri anlamayı, tatbik etmeyi ve tebliğ etmeyi nasip etsin. (Âmin)

NOT:
Ardı arkası kesilmeyen “terör” saldırılarından dolayı hayatlarını kaybeden kahraman mehmetçiklerimize ve polislerimize Allah’tan rahmet ve mağfiret, kederli ailelerine de sabr-ı cemil niyaz ediyor ve bu belâ ve musibetlerden Rabbimizin bizi ve tüm insanlığı muhafaza etmesini niyaz ediyorum.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*