Hassas ölçüler

Geçen haftaki yazımızda Üstadın içtimaî konuları iman ve ubudiyet bahislerinden ayrı tutmadığını; sosyal ve siyasî gelişmeleri iman hizmetiyle irtibatları cihetiyle tahlil ettiğini; siyasete ilişkin bazı yorumlarında “Kur’ân, İslâmiyet, vatan ve millet namına” gibi tabirler kullandığını; meselâ 50’li yıllarda Cumhurbaşkanı ve Başbakana yazdığı bir mektupta dikkatlere sunduğu hakikatler için “Namaz tesbihatında ihtar edildi” dediğini ifade etmiştik.

 

Eski Muhasebe Müdürümüz ve kadîm okuyucumuz Halit Ceylan’ın mesajı üzerine, bu konuya farklı boyutlarıyla devam etme ihtiyacı duyduk.

Bunu yaparken, geçirdiği ağır rahatsızlık sonrası çok şükür iyileşmeye başlayan ve hayırlı şifalar dilediğimiz muhterem Mustafa Sungur’dan aktarılan Kadir Gecesi anekdotunu hatırlayalım.

28.9.08 tarihli “Leyle-i Kadir notları” yazımızda naklettiğimiz bu hatırada Üstadın, gecenin bir vaktinde evrad ve ezkârla meşgul olan Sungur’u çağırıp, milletvekili Tahsin Tola’ya hitaben bir mektup yazmasını istediği ve gecenin mübarekiyetinden daha fazla istifadeye odaklanıp mektup işini sabaha bırakan Sungur’u, o sabah hiç bekletmeden Ankara’ya gönderdiği anlatılıyor.

Bu örnek, hizmetle ilgili bir mektubun, yerine göre, Kadir Gecesinde okunacak evrad ve ezkârdan daha önemli hale gelebildiğini gösteriyor.

Ki, Risale-i Nur hizmetinde şahs-ı manevînin uzuvları olarak farklı alanlarda birbirini tamamlayacak şekilde, ihlâs, sadakat ve istikamet çizgisinde yürütülen bilumum faaliyetlerin, “şahsî kemalât” çerçevesinde kalan her türlü etkinlikten daha önemli ve değerli sayıldığı da bir vâkıa.

İhlâs Risalesi’ndeki “ ‘Çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf edeceğim’ deyip çekilerek ittifakı zayıflaştırmayınız… İhlâs ve rıza-yı İlâhî yolunda zerre yıldız gibi olur” (Lem’alar, s. 383) ifadelerinde aynı gerçeğin önemli ve farklı bir boyutu daha dikkatimize sunulmuyor mu?

Bu sırrı yakalayıp gereğine uygun davranabilmenin anahtarı ise, şahs-ı manevî ile müfritane bir irtibat ilişkisi içerisinde bulunmakta yatıyor.

Ve son derece önemli bir diğer nokta:

Yerine göre, siyaset ve içtimaiyata taallûk eden bir hizmet, diğerlerine takaddüm edebiliyor. Ancak bunun kararını verirken, “Güneş kamere peyk ve tâbi olmadığı gibi, saadet-i ebediyenin nuranî ve kudsî anahtarı ve hayat-ı uhreviyenin bir güneşi olan iman dahi, hayat-ı içtimaiyenin aleti olamaz” (Tarihçe-i Hayat, s. 339) ifadesinde dile getirilen son derece hassas ve önemli ölçüyü kesinlikle gözden kaçırmamak icab ediyor.

Bu hassasiyetin dikkate alınmaması, çok vahim ve tehlikeli vartaları beraberinde getirebilir.

Her halükârda birinci öncelik, rıza-yı İlâhîden başka hiçbir hedefi olmaması gereken iman hizmeti esnasında, siyaset ve içtimaiyat cenahlarında bu hizmetin gereği olarak ortaya çıkabilen görevleri yerine getirirken de bu temel ölçü ve gerçeği hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak olmalı.

Aksi halde, adım başı tuzaklarla dolu olan bu alanlarda, Allah muhafaza, her an ayakların sürçme riski mevcut.

Ki, siyaseti ibadetle, ibadeti siyasetle eşdeğer sayan müfrit Şia anlayışı veya bir siyasî parti ekseninde yaşanan gelişmeleri “Temel esaslardan saparsanız ahiretiniz yanar, helâk olursunuz” gibi uhrevî söylemlerle değerlendiren yaklaşımlar, dini siyasî ve içtimaî hayata tâbi kılan sapmalara kayılması halinde ne gibi uç noktalara savrulunacağının ibretli örnekleri.

Öte yandan, Üstadın işgal altındaki İstanbul’da verdiği hizmetlerle tarihî katkılarda bulunduğu zafer sonrası ısrarlı davetler üzerine gittiği Ankara’da bütün zihinler yeni kurulmakta olan devlete kilitlenmişken milletvekillerine hitaben neşrettiği beyanname ile dikkatleri namaz başta olmak üzere İslâm şeairine çekmiş olması da çok manidar.

İtiraz eden M. Kemal’e “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır” diye karşılık vermek suretiyle, o heyecanlı siyasî ortamda bile asıl gündemin ne olması gerektiğini ilân etmesi de…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*