Hayat bir varmış, bir yokmuş misali

“Şu dar-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dar-ı hizmettir lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir”1

Yaşamak için doğarız ve doğumla birlikte başlar ölüm yolculuğumuz. Korkudan mı bilinmez, dünyaya gözlerimizi açtığımızda başlarız ağlamaya. Ve her hâl-ü kâr da, feryad-ü figan devam eder ağlamalarımız, son nefesimize kadar.

Nefes alıp verildiği müddetçe, her daim var olma mücadelesidir hayat. Var olmak için yaşamak, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi. Ölüm, hayatın gölgesi ve mukadder son. Ya da bir başlangıç, bir vuslat, bir şeb-i aruz. Her ne ise ölüm, hayatın içinde bir hakikat.

Hayata dair ne varsa, bildiklerimiz bilmediklerimiz, öğrendiklerimiz unuttuklarımız, gördüklerimiz göremediklerimiz, hepsi de var olmanın bir neticesi. Var olmak, ummana doğru akıp giden su misali, dönmemek üzere bir daha geriye.

Hayat ve ölüm, birbirini tamamlayan iki zıt kutup. Biri fani ve muvakkat, diğeri kaçınılmaz son ve mukadderat. Ancak bilinmelidir ki “Her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var”2

Hayat kelebeklerin bir günlük ömrüne denktir sadece. Kısacık bu ömür içine, ne kadar da çok şey sığdırmak isteriz. Kifayetsiz kalır bize yıllar ve çabucak tükeniverir. Geride yapılacak çok işler, söylenecek çok sözler bırakır gideriz.

“Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarf ediyorsun” dediği gibi Üstad’ın, sanki sırf bu dünya için yaratılmışız gibi, koskoca bir ömrü, sonu gelmeyen istek ve arzularımızla ona sarf ederek boşuna harcarız. Hep beklentilerimiz olur, unuturuz hayatın o cazibedar lezzetlerinin, bir seraptan ibaret olduğunu.

Oysa “İnsan zaiftir, belâları çok. Fakirdir, ihtiyacı pek ziyade. Acizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadir-i Zülcelâl’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş ya canavar eder.”3

Ölümden daha acı olanı, hayatımızın manasını kaybetmesidir. Boş ve manasız geçen bir hayat, insana ölümden daha çok acı verir. Hayattan hep olmayacak ve bize veremeyeceğinden fazlasını isteriz. Sonra da sukut-u hayal ve mutsuzluğa gark olur hayata isyan ederiz.

Hayatın yarın karşımıza nasıl çıkacağı ve neler getirip götüreceği hiç belli değil. Yarını bilmemek bize Allah’ın (cc) büyük bir lütfu. Belki de hayat böyle daha güzel. Aksi halde, daha da çekilmez hale gelir ve zindan olurdu bize dünya.

“Nasıl yaşarsak öyle ölürüz” gerçeği, bizim hayata nasıl bakmamız gerektiğini gösteren, çok mühim bir ikazdır. Hayat, sadece yiyip içmek, gezip tozmak, eğlenmek ve ölümü beklemekten ibaret değildir. Koskoca bir ömür geçer ve “hayatta aldığımız her zevki, ona muadil ıztırapla öderiz.”4 Hayatın tam da kendisini yaşarız. Lâkin farkına varamayız hiçbir zaman.

Hayat musîbetlerle hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.5

Evet, hayat dediğimiz şey, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir zaman ve o zamanın içinde kısa bir an. Ya da annelerimizin, bizi uyutabilmek için anlattığı bir masal, hiç yaşanmamış gibi. Bir varmış bir yokmuş misali…

Emin Fırat

Dipnotlar:
1- Lem’alar.
2- Asa-yı Musa.
3- Sözler.
4- Peyami Safa.
5- Lem’alar.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*