Hayatı Nurlarla yeniden yaşamak

“Eyvah” dediğimiz zamanlar olmuştur hayatımızda. Bir serçenin daldan dala sıçrayıp sekişi, bir kumrunun erik ağacında sakin sakin dem çekişi ya da mor salkımlı bir evin penceresinden yüzünü azıcık gördüğünüz bir çocuğun size tebessüm edip el sallayışı, kare kare göz gezdirdiğiniz her şey kalbinizde basiret, gözünüzde ibret oldukça göründüğünden çok daha fazla şeyler söylüyor.

“Eyvah” diyorsunuz. “Sokağın şu köşesinden, odanın bu yanından, çiçeğin, ağacın, bulutun şu yönünden, bu tarafından baksaymışım keşke” diyorsunuz ama geçmiş ola…

Dalar giderim bazen bir su birikintisinin içindeki görüntüye… Karşı sokaktaki minare ne kadar da güzel gözükür bu suda. Yanı başında kuşlar o küçük havuzda yıkanmaktalar. Kaçar mı bu manzara? Hangi ressamın fırçasından çıkabilir ki böyle hayattar manzaralar? Hayatı yeniden başlatacak şeyler değil mi bunlar? Nerede insan, nerede insanoğlu? Hey hey… Uzaklarda aradığımız, iki kaşımızın ortasında, belki de avucumuzda.

Şimdi, bir hastanenin penceresinde kimsesiz yaşlı bir teyze ya da bir ihtiyar amca neler düşünür acaba? Bilirim, onlar bu hastalıklı halleriyle beraber yine de şükür içerisindedirler. Bizler, sıhhat ve nimet içinde yüzmemize rağmen şükürden ve tefekkürden belki de çok uzağız.

Hayalim alır, götürür bir hastanenin odasında yaşadığım o eski günlere. Ah, bir dışarı çıksam, yattığım yerden bir kalkabilsem, nasıl kucaklayacağım bütün insanları, ağacı, hatta dağları, bulutları bile… Neler geçerdi içimden, nelere hasretlenirdi yüreğim… Ne çabuk unuttuk, ne çabuk unuturuz hasretle beklediğimiz o günleri, ne de çabuk… Güneş, gün, gece, hatta yıllar ve mevsimler art arda geçer gider. Bilmeyiz kıymetini. Vakit altındır ama durmaz kanatlıdır.

***

Lodosun gözü yaşlı olur. Çünkü ardından yağmur gelir. Lodostan sonraki yağmuru bekleyen toprak gibi kalbim. Bu kadar güzellikleri boşuna mı yaşatır Yaratan. Sevgili kullarının gözlerinin önüne boşuna mı serer zannediyoruz bunları?

Güneşin, yıldızların, ayın rotasını belirleyen Allah’ım, dünyayı ve içindekileri başıboş bırakır mı? Duymaz mı, görmez mi, Yaratan yarattığını bilmez mi?

Ey sevgili! Sen öyle bir sevgilisin ki, sevgili dedin mi Senin gibi olmalı. Tek sevgili olmalı, biricik olmalı, illâ ve asla Senden başkası olmamalı. Ondan gelip, ona gidenin başka sevgilisi olur mu ki? Ey sevgili! Bilemedik, hakkıyla sevemedik, affeyle…

***

Yıllar önce Nurlara vâkıf, ilim sahibi ve çok sevdiğim bir ağabeyimin sohbetinde dinlemiştim: “Allah (cc), Bediüzzaman Hazretleri’ne öyle bir iman, öyle bir akıl, öyle bir ilim vermiş ki, ‘Bu asrın insanlarına haydi, durma, beni anlat!’ demiş adeta.” Bayılırım bu ifadeye. Ne kadar da yakışır Üstad’ı tarife.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, gafleti kıran ve dağıtan adam. Sinsi sinsi hayatımıza giren, yerleşen ve her şeyi monotonlaştıran bu iki hastalığın, gaflet ve ülfetin üstesinden gelen ve dahi çok ciddî tedavisine çalışan muazzam bir insan…

“Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm.” (Emirdağ Lâhikası, 352)

“Kurtulmak istersen: ’Tabiat, olsa olsa bir defter-i kudret-i İlâhiyedir. Tesadüf ise, cehlimizi örten gizli bir hikmet-i İlâhiyenin perdesidir’ de, hakikata yanaş.” (Sözler, Otuz Üçüncü Söz, 619)

“Esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.” (Sözler, Yirmi İkinci Söz, 265)

“Tesadüf, şirk ve tabiat’tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına, Risâle-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.” (Mesnevî-i Nuriye, Zerre, 152)

“San’atlı bir nakış, nakkaşını bildirmemek olmaz. Nasıl olur ki: Bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin?” (Sözler, Yirmi İkinci Söz, 256)

Hemen her konuda sizi hayrette bırakan cümleleri siz de sıralamaya kalksanız, tekrar istifadeniz ve ibretiniz artacak. Bunlar ne muazzam sözlerdir… Her biri için bir ömür verilebilir. Yaşasın Üstadımız! Allah binler defa razı olsun.

Bunlar, öyle böyle sözler değil. Bunlar hayata yön veren, iman ve derinlik katan sözler. Bunlar Hz. Ali (ra) tarafından da teyit ve tasdik edilmiş sözler.

Hayat bitiyor, eyvahlarımız çoğalıyor. Giden, geçen her şey, ruhta derin izler bırakıyor. Ah güzel hayat, ah… İmanı ve ibadeti yapsaydık bir çift kanat ve uçsaydık masmavi ülkelere kat kat… Ah hayat… Ah hayat… Kıymetini bilmediğimiz, suyunu sebil ettiğimiz, sonra da bir köşeye çekilip ardından gözyaşı döktüğümüz hayat… Ah ki ah… Eyvah…

Makedonya’da Ohri’de yaşlı bir çınar ağacı vardır, ikiz gibi yan yana duran. Takıldı gözüm o ağaçların yanındaki bir bisiklete. Cami avlusunda sıra sıra dizili bisikletlere de takılır gözüm. Biri binecek, az sonra, kim bilir ne hayırlı işlere yönelecek. Kalp kalbin ardından gidecek. Dönen tekerlekler, kim bilir kaç kalbi daha kendini bekleyen diğer kalplere götürecek. Bir kenarda sahibini bekleyen bir bisiklet, yakar içimi, coşturur duygularımı.

Her gün güzel, her mevsim de öyle. Ama ben daha çok baharı bekleyen adamım. Saya saya günleri eksiltirim gelecek diye o bahar. Karşımdaki ağaçlar giyinip süslenecek diye hasretle beklerim. Bir dünya baharı ki, beklenmeye değer; cennetin baharları nasıl özlenmeye ve beklenmeye değmez?

Bakın imanlı ihtiyarların gözlerine, onların o tebessümkâr yüzlerine. Torunlarıyla, çevreleriyle barışık hallerine bir bakın ve onların hayatında Üstad’ın şu güzel sözünü okuyun bir hele… Nasıl bir müjdedir bu, o zaman anlarsınız…

“Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor.” (Asa-yı Musa, Birinci Kısım, 39)

Fiilleri art arda kullanmayı seven Necip Fazıl Kısakürek’in şu şiiri ne kadar da uyarıcıdır ve ne kadar da yaşamayı uyandırıcıdır:

“Geçti, geçti mevsimler…

Süpürüldü takvimler.

Gidenlerden kalan şey;

Duvarlarda resimler,

Mezarlarda isimler…

Geçti, geçti mevsimler…”

Hayatı dikkatle ve yeniden yaşamaya azmettirir. Bir yandan da o kaçınılmaz akıbeti önümüze serer.

Soralım şimdi:

Allah aşkına, binlerce kitap geçiyor elimizden, bu ihtiyarlara, bu iman abidelerine kim daha bu kadar güzel bir müjdeyi verebilmiştir, kim? Yaşasın Üstadımız! Sadece ölen insanların ardından değil, ağaçlardan düşen giden yapraklara bile ağlayan bir Üstaddır O. “Yazığım geliyordu” diyor eserlerinde bir yerde, o nazenin yapraklar ve çiçekler için. Onun o bitmeyen, tükenmeyen şefkatinin izleri, eserlerinin her yerinde görülüyor. Bu kadar kalpten kopup gelen bir külliyat, herhalde okuyucusunu da kalbinden bağlayıp kendine çeker ve çekecektir. Yaşasın Üstadımız! Allah binler defa razı olsun ondan.

***

Geçen gün konuşuyorduk arkadaşlarla. Söz açıldı edebiyattan, fesahatten, belâgatten. O eserden, bu kitaptan alıntılar yapıldı. Her biri bir şeyler söylediler, dinledim sessizce. Bu sohbetin final cümlesini Üstad’a bıraktım.

“Dinle” diyor Bediüzzaman Hazretleri.

“Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevâz.

Terennümât-ı hava, naarât-ı ra’dıye, nağamât-ı emvâc, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecâz.

“Eşyada olan asvât, birer savt-ı vücuddur; ‘Ben de varım’ derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: ‘Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!’

“Tuyûrları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzûl-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar. Nimet üstünde iner, şükür ile eder pervâz.

“Remzen onlar derler: ‘Ey kâinat, kardeşler! Ne güzeldir halimiz, şefkatle perverdeyiz, halimizden memnunuz.’ Sivri dimdikleriyle fezâya saçıyorlar birer âvâz-ı pürnaz.

“Güyâ bütün kâinat ulvî bir mûsikîdir; İmân nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zîrâ hikmet reddeder tesadüf vücudunu; nizam ise tard eder ittifak-ı evhamsâz.”

Ve sonunu da şöyle bitiriyor:

“Ey azîz yoldaşım! Şimdi Allahaısmarladık. Gel, beraber bir duâ ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız. Allahümme, ihdine’s-sırâta’l-müstakîm, âmin” (Allah’ım, ‘Bizi doğru yola ilet’ (Fatiha Sûresi, 6.) Âmin.” (Sözler, Lemeat, 682-683)

“Nasıl ama?” dercesine şöyle yüzlerine bir baktım, dalıp gitmişler ötelere. Üstad yaman bir insan. İnsanı böyle alır götürür işte… Götürmekle kalmaz, düşündürür.

Evet, hayatı yeniden yaşamak cesaretini bulmamız gerekiyor. Düşünsenize bir kere şeytan bile nebilerle, velilerle, peygamberlerle, Allah dostlarıyla, herkesle uğraşıyor. Hiç kimseyi ayırmıyor. “Bu peygamberdir. Özel bir koruma altındadır. Allah’ın desteğine mazhardır” demiyor.

Rüzgâr dağdan ne koparabilir ki? Şeytan bu büyük zatlardan ne alabilir ki? Geri durmuyor. Azme bakın, nasıl da delice, durmaksızın çalışıyor… Nefsimizi, bizi rahat bırakır mı sanıyoruz? Öyleyse tehlikenin farkında olmalı insan. Allah’ın rahmetine sığınmalı insan.

İnsanın baş düşmanı bu kadar azimle, yılmadan çalışsın da, insan buna bakıp ibret almasın… Olur mu hiç?

Herkesin hayatından bir şeyler eksiltmeye çalışıyor. Bizi bırakır mı?

Herkesin imtihanı kendine göre. Yüksek dağlara karlar fazla düşer. Onların imtihanı kendilerine göre. Hiç kimse bu meydanda, imtihandan kurtulamıyor. Boş kaldık mı, hayatımız adem âlemleri hesabına yokluğa akan bir nehir oluyor, zehir oluyor. Yaşadığımız hayatı beğenmiyorsak, yapılacak tek şey, o yanlış giden hayata yeni bir yol, yeni bir yön vermek. Bir değişim arzusunu içimizde taşımak ve ümitle yaşamak…

Başka çare var mı?

“Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz. İşte: Eski hâl muhal, ya yeni hâl veya izmihlâl” diyor Üstadım. (Beyanat ve Tenvirler, 80) “Bazen her şeyi kazanmak için her şeyi kaybetmeyi göze almak gerekir… Endülüs, gemilerini yakanlarındır.” Rahmetli Selahattin Şimşek kardeşim bu özdeyişiyle İspanya topraklarında Tarık bin Ziyad’ın dünyasına taşıyordu bizi.

Nedense hayata yeniden başlamak, eski alışkanlıklarını terk etmek zor gelir insana. Katar katar yanlışları taşıyıp götürmek zorunda mıdır insan? Değil elbette.

Hani, “Size bir telefon kadar yakınız” falan diyorlar ya, hayatın en karanlık ânını birden aydınlığa çevirecek kadar yakındır bize Allah’ın rahmeti. Ama nedense tuşa basmaz, tövbeye ve istiğfara yönelmez insan. Karanlıkta kalmaya razı olur. Ya da kaldığı yerden hayatı yeknesak yaşamaya devam eder. İşte asıl zorluk da burada başlar. “Take off” noktası derler ya. Uçağın pistten kalkarken tekerleklerini kesmesi ânı. Uçak ya kalkacak, ya da yere çakılacak. Böyledir. Ya istiğfar ve tövbe ile geçmiş günleri geride bırakıp semavî ülkelere doğru yükselişe geçeceğiz, ya da şeytanın ve nefsin karanlık oyunlarının zebunu olup yerlerde sürüneceğiz, alçalışa geçeceğiz.

Cennetten dünyaya gönderilen insana yakışmıyor bu. Geldiği yerde kalmak değil, geldiği yere dönmek yakışıyor insana. Dünyadaki görevimiz de bu değil mi zaten? Yükselmek, temizlenmek, değişmek, arınmak… Ruh olup uçmak ötelere, daha ötelere…

Biz o cennete dünyada bile girmek için yaratıldık. İçimiz öyle güzel ki… Temiz kaldıkça güçlüdür kalbimiz. Ötelerden haber verir hep. İşte size anlamlı bir öykü:

Küçük bir çocuk bir gece başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Milyarlarcası arasından bir yıldız seçti kendine ve o yıldıza baktı, baktı… Ve bir zaman sonra hüzünlenip ağlamaya başladı. Yıldız ona sesleniverdi ansızın: “Neden ağlıyorsun çocuğum? Seni böyle hüzünlendirecek ne var?” Çocuk, yanaklarından süzüle süzüle akan yaşları silerek yıldıza dedi ki: “O kadar uzaktasın ki, hiçbir zaman sana dokunamayacağım.” Ve yıldız çocuğun hüznünü giderecek bir cevap verdi: “Böyle uzaklarda durduğuma bakma. Eğer asıl yerim yüreğinde olmasaydı, göremezdi beni senin gözlerin.”

Yıldızlar uzakta, semada değil, gözlerimizde, yüreğimizde gizli. İnsan kâinatı içine alacak kadar engin bir varlık. Allah’ın en muhteşem eseri, şah eseri.

İnsanın, Kendini böyle bildiren, anlatan bir Allah’ı olsun da, insan onu aramasın, bulmasın, bilmesin, sevmesin. Mümkün mü?

Hayatı yeniden yaşamak cesaretini gösterenlere selâm olsun. Bu yazı onlara armağan olsun. İnsanları uyandırmak kolay. Kalpleri, gönülleri uyandırmak zor.

Yaşasın Üstadımız! Gönlümüzün tellerine öyle dokunuyor ki sözleriyle, her bir cümlesi bu ölmüş, sönmüş hayatın içinden taze ve yepyeni hayatlar çıkarıyor. Allah’ın özel bir ihsanıdır bu. Öyle ateşliyor ki insanı, o hıza denk bir hız yok bu dünyada. Zaten insan da içindeki sesi dinlese, istediği bu değil mi?

Evet, önümüzdeki kitabı okuyamadık yıllardır. Sayfaları açık olan bu kâinat kitabını onca okul, onca diplomaya rağmen cahili kaldığımız bu kitabı okuyamadık. Yaratanın nâmına okuttu bize Bediüzzaman, harf harf, Kur’ân’ca okuttu. Allah’ı sevdiren bir insan O. Allah’ı sevdiren insanı, biz de kalpten seviyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri, Allah’ı, Kur’ân’ı ve kâinatı okuyan ve okutan bir insan. Allah’ı, eserleriyle sevdiren böyle bir insan, sevilmez mi?

Hayatı yeniden yaşamaya çağıran bir insandır Bediüzzaman. Haydi o zaman, hayatı Nurlarla yeniden yaşamaya ve bu sese, bu söze, bu çağrıya uymaya. Son sözümüz. Fuzûlîce bir duâ olsun: “Yâ Rab hemîşe lütfunu et reh-nümâ bana!” (Yâ Rab, lütfunu her hususta ve her an bana yol gösterici eyle.)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*