Hayatımızı Risale-i Nur´a vakfetme üzerine-2

Vakıfları meşveretler istihdam eder

Vakıfları meşveretler istihdam eder

Tasavvuf mesleğinde mürşit, hem müride ve hem de dervişlere ve halifesine yol gösterir. Tabiri caiz ise müdebbirdir, onlar için. Risale-i Nur mesleğinde Üstad Bediüzzaman, bu müdebbiriyeti fert olarak ne kendisine ve ne de başkasına vermiyor. O mahalde -oluşmuş ise- bulunan şahs-ı manevinin meşveretine veriyor. Müdebbiriyyet talebelerine yazdığı onlarca mektubunda bu prensibi izah ediyor. Kendisi de o şahs-ı maneviyi oluşturan meşveretin ve bir tek reyi vardır. Yalnızca hizmetlerin tedvir ve icraasında değil, kendi telifi olan bazı eserlerdeki takdim tanzimde de istişareye başvuruyor. Birçok mektubunda bu hususu isbat edecek çok misaller bulabiliriz. Zamanın şartları mucibince evlenmeyip mücerret kalan Üstadımızın çevresindeki bazı ağabeyler de bu yolu takip etmişlerdir. Üstadımızın vefatından sonra, şartların o günlere nispeten değişmesi üzerine, bir çok ağabeyin bekar kalmayıp evlendiklerine şahit olageldik. Evli oldukları halde mücerret kalmış bazı ağabeylerden daha çok Kur’an hizmetlerinde koşan ağabeyleri de görme imkânımız oldu… Şayet vakıflıkta mücerret kalma şartı aranmayacaksa, evli vakıflığın Üstadımız zamanından bu yana devam ettiğini söyleyebiliriz. Mustafa Sungur, Tahirî ve Selahaddin Çelebi ağabeyler gibi…

Bu meselede müşahhas bir örnek olsun diye Zübeyir Ağabey’in vakıf olma sürecini arz etmede fayda mülahaza ediyoruz. Devlet dairesinde, günün şartlarında dolgun bir maaş ile tekniker olarak çalışan Zübeyir’in vakıf olmak üzere Emirdağ’ına gelişi, önce hizmetteki ağabey ve kardeşlerle istişare edişi ve daha sonra Üstadına meseleyi açışı bize sıralamayı da gösteriyor. Direk Üstadına müracaat etmiyor, birlikte koşuşturacağı ağabeyleri ve arkadaşlarıyla görüşüyor. Buradaki usul, dergâhlardaki şeyh ile derviş veya mürid usulü değil. Fakat bu müracaat ve kabulde, meşveret-i Şeriyyeyi bizatihi nefsinde yaşayarak tatbik hususu var ki, genellikle atladığımız en önemli noktadır.

“… Hakikî fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyacım zamanında buraya imdadıma geldi. Yoksa Isparta’dan o sistemde birisini isteyecektim.” (Emirdağ Lahikası, s.262)

Burada Zübeyir’de bulunan özellikler zikrediliyor, aynı özellikleri taşıyan veya yaşayan her kes “Zübeyir’dir” manasını da bu cümleden çıkarabiliriz. Hem istişare ve hem de vakıflarda bulunması gereken ilk şartlar… Otuz liralık bir maaşı bırakıp otuz kuruşluk “tayinat bedeline” razı olmuş; okumaktan, yazmaktan, Üstadının hizmetine geceli-gündüzlü koşmaktan gözleri nadiren uyku görebilmiş fedakâr Zübeyir’i çok yakından takip edenler, vakıf olarak Üstadın medresesinde bulunmanın bedelinin çok pahalı olduğunu görmüşlerdi.

Zübeyir Ağabey’e Risale-i Nur’un mahiyeti ve Nur mesleğinin keyfiyetini Ankara Dil-Tarih coğrafya Fakültesinin mescidinde anlattıran Üstadımızın Zübeyir’in diliyle vakıflıktan ne kastettiğine de dikkat etmemiz gerekiyor. “Bu cümleden olarak, Müslümanların refah ve saadeti için, bütün ömür dakikalarını sırf imân hizmetine vakf ve hasretmek ve ihlâsa tam muvaffak olmak için, kendini dünyadan tecrid ederek, mücerred kalmıştır. Evet, Bediüzzaman imân ve İslâmiyet hizmeti için herşeyden bu derece fedâkârlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber ubûdiyet, zühd ve takvâda da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedâisi ve Kur’ân-ı Hakîmin muhlis bir hâdimi pâyesine yükselmiştir.” (Sözler,s.845-46) İdeal manadaki bu mesleği sevgili Üstadında gördüğü gibi tanımlayan Zübeyir Ağabey; “…hem yirmi beş seneden beri Risâle-i Nur’la imân hizmetine bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar “gaddar din düşmanlarının” çok defalar tecavüz ve taarruzuna ve taharriyâta mâruz kaldığı halde, yirmi beş senedir inzivâ içinde, Risâle-i Nur’un nâşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer numûne-i imtisâl olan imân ve İslâmiyet fedâileridir.”(Konferans, s.855) cümleleriyle de bu kahramanları bekleyen muhtemel tehlikeleri anlatıyor ve vazifelerinin binaların dört duvarları arasındaki hizmetlerden ibaret olmadığını da dolaylı olarak ifade ediyor.

Genellikle kendi hizmetini kendisi gören bir Üstad, bütün çevresini şevk içinde hizmetlere koşuşturuyor, fakat statü anlamında yanına kimseyi almadığını son yolculuğa çıkışına kadar şahit oluyoruz. Kendisi hizmetlerin içinde bir statünün oluşmamasına itina gösterirken; talebelerini de Risale-i Nurları ve Bediüzzaman’a talebeliği, zinhar bu istikamette istimal etmemelerini şiddetle ikaz ediyor. Yanında kalan ağabeylerin anlattıkları, mektupları, mahkeme müdafaaları ve diğer görgü şahitleri; dünyaya arkasını dönmüş, hiçbir nesnesine tenezzül etmemiş, imanın bir hakikatini tüm cihanın üstünde tutan, bakışları ahirete kilitlenmiş ve düşmanlarının ölüm ve idam tehditleriyle istihza eden bir Üstadın yanında vakıf olmanın yakıcı ateşini bilen Zübeyir Gündüzalp de son nefesine kadar aynı usulü devam ettirmiş. Bir yerden bir yere Risale-i Nur’dan bir mektubu taşımayı milletvekilliğinden üstün tutan ve dünya nimetleri istikametinde dini siyasetlerine alet yapmış “siyasal İslamcıların” karşısına dikilip; Üstadına olan talebeliğini ve vakıflığını zinhar istismar ettirmeyen Zübeyir Gündüzalp’ın, Üstadı tarafından neden hüsn-ü misal gösterildiğinin sebep ve hikmetleri, tamamen farklı bir çalışmayı gerektiriyor.

Risale-i Nur’un müsaadeli olarak neşredildiği ve Bediüzzaman’ın devr-i sabıktaki gibi tarassuda mahkum olmadığı dönemlerde, bilhassa Emirdağ ve Isparta ‘daki medreselerde üstadımızın yanında bulunan ağabeylerin birer vakıf olduklarından kimsenin şüphesi olamaz. Emirdağ Lahikasının ikinci kısmında bu ağabeylerle ile ilgili muamelat, iaşeleri, vazifeleri ve hizmette koşuştururken maişetini kazanmaya fırsat bulamayan ağabeylerin taaytinat ve geçim şartlarını buradaki mektuplarda şeffaf bir şekilde izah etmişlerdir.

Talebeliğimizde kısmi bir bahar vardı, Anadolu’da… Önümüzde meşaleyi yükselten vakıf ağabeyler her yerde itibar görüyorlardı. Yani vakıflık yükselen bir değerdi. Lisede birçok arkadaşımız mevcut vakıf ağabeylerin yanlarına giderek “vakıf kalma” arzularını belirtiyorlardı. Hatta çok arkadaşımız -maalesef- üniversitedeki tahsilini terk ederek zamanın cazip köşelerine çekildiler. O zamanlar Şahs-ı manevinin şura ile ortaya koyduğu prensipler ve usuller olmayınca,  Nur Merkezlerinde hizmet eden ağabeylerin duruş ve renklerine göre gençliğimiz şekilleniyordu. Risale-i Nur cemaatinde ferdiyetin gelenek olarak devam ettiği zamanlarda, belki de tarikat usullerine benzer ilişkiler yaşanıyordu, ağabeylerle genç kardeşler arasında. Belki Şark ile Garp arasında, ağabeyler arasında veya bölgeler arasında itaatte derece farkı vardı. Zira mahallindeki tüm kardeşleri temsil edebilecek bir şahs-ı manevi henüz yoktu. Bil mecburiye boşluğu fertler kapatacaktı. Ve Anadolu Nurculuğunda; çok yerde meseleler, şahıslara bağlı olarak değerlendirilip hükme bağlanacaktı.

Vakıfların şahs-ı manevilerden bağımsızca hizmet etmeleri, zaman içinde hem mahallerde anlaşmazlıkları doğurdu ve Türkiye genelinde dış mihrakların ihtilal ve müdahalelerle cemaati parçalamalarına imkân hazırladı. Gizli açık müdahaleciler, cemaat içinde etkili olan vakıf ağabeyleri hedef aldılar ve onların bir kısmı maalesef önemli roller üstlendiler: Parasal yardımlar, siyasi destekler, popülist dersler, kişisel korkutmalar, ağabeyler arasına fitne atıp rekabet ateşini yakmalar ve daha sonra birisine destek çıkarak onu vitrine yerleştirmeler gibi arızalarla süreç içinde hem vakıf ağabeyler, hem onların çevreleri ve genelde Nur cemaatleri büyük zararlar gördüler. Bazen oldu ki, garip, mütevazı ve muttaki bir kimlikle bu yola giren bazı ağabeylerin, sonradan isimleri marka olup kendi adlarına Nur Cemaatleri oluşturdular veya istemedikleri halde böyle manzaralar meydana geldi. Üzerinde ciltlerce kitap yazılacak bu zengin dönemleri detaylıca ve tasvir ederek, hem cennete uçmuş ağabeylerimizin hatıralarını hemde hayatta olan ağabey ve kardeşlerimizi incitmek istemeyiz. Fakat temeldeki eksikliğin “şahs-ı manevi” olduğunu, şahsı manevinin yokluğunun mahal meşveretlerin oluşumunu engellediğini ve dolayısıyla hayatını bu davaya vakfedecek kardeşimizin hizmetine yardımcı olacak çerçeve ve prensiplerin, sistem olarak her yerde uygulanabilinir bir tarzın inkişaf etmediğini rahatlıkla söyleyebiliyoruz.

Mademki Üstadımız yerini Şahs-ı maneviyeye bırakmıştı. Söz meşveretlerde idi. Hayatını bu davaya vakfeden kişi o heyete müracaat edecek, orada fedakârane koşuşturanlarla omuz omuza verecek ve onlar da zaruri ihtiyacın da sevkiyle hizmet edecek kardeşimize imkân hazırlayacaklardı. Nur mesleğinin istiğnasını, izzetini, mahviyetini ve ulviyetini bozmayacak bir hal üzre hazırlanacak çerçeve içinde, o fedakâr kardeşimiz hayatını nura vakıf olarak hizmet edecekti. Sistemin içinde fedakâr ve muhabbetli heyetler olunca, hayatını davasına vakfedecek kişi, her hangi bir ferdin istibdadın altına girme tehlikesinden de kurtulacaktı. Masraflarının hesabına nasıl geldiğini bile bilmesine gerek kalmadan; o yalnızca hizmetlerine konsantre olacaktı.

Rutin işler bellidir. Fakat karara bağlanmamış ve tarzı belirlenmemiş tüm hizmetler meşveretle yapılacağından, vakıf kardeşimiz devamlı bir şekilde yanı başında, beraber koşuşturacağı diğer kardeşlerini bulur. Amirlik-memurluk gibi mefhumlar meşveretin ruhuna ters olduklarından; vakıf yalnızca şahs-ı manevinin iradesi istikametinde hizmetleri takip eder ve meşveretlerde birilerine taraf veya karşı olmadığından; muhabbetle herkes ile irtibat içinde bulunabilir. İnşaallah devam edeceğiz.

Benzer konuda makaleler:

11 Yorum

  1. Maalesef vakiflik müessesesinin ne kadar istismara açık olduğunu mesveretsiz hizmetin ne kadar zarar verdiğini yakın zaman ve hadiseler bize gösterdi. Demek önce meşveret sonra mahallimize sahip çıkmalı Risale-i Nur larla aramıza kimseyi sokmamali. Acaba bu vakiflikta da sirren tenevveren düsturu gerekli midir diye düşünüyorum.

  2. Allah razı olsun hocam, şahsı manevinin ne olduğunu defalarca irdelemek gerekecek saygılar.

  3. Dinde eğitimde siyasette ekonomide toplumu ilgilendiren, meşgul eden alanlarda istişare ve müzakere, anlaşma ve ortaklaşma, meşveret ve demokrasi ile problemler çözülebilir, yol alınabilir ancak.. şahsı manevide eşhaslar yok. fikir teatisi yapılmış üzerinde mutabık kalınmış esaslar, kaideler, hedefler, meşru yol ve yöntemler vardır..
    Güven ve huzur, ilerleme ve kalkınma şahsı mesnevinin inşaşı ve inkışafıyla gerçekleşebilir.
    Şahs-ı maneviyesi güçlü olan toplumlarda nefret yok muhabbet var. husumut yok suhulet var …

    • Şayet bir mahalde şahs-ı manevî ihlâs düsturları çerçevesinde oluşmuş, meşveretle hizmete devam ediyorsa; heyetler bir nevi vakıf mânâsını da deruhta edebiliyorlar.
      Muhtemel problem ve manialar da kolayca halledilebiliyor.

  4. Nur hizmetlerindeki bir çok mücerret olarak bilinen manaları, Üstadımızın ve Zübeyir ağabeyinin tatbikatlarıyla müşahhaslaştırmanız, bize yeni bakış açıları kazandırıyor. Allah razı olsun.

  5. Yazıyı beğendim olması gereken ler fakat uygulanmıyor bu şekilde olması için çalışma lıyız meşvereti canlandırmalıyız

  6. Önemli olan hakikatin kendisidir. Yani Risale-i Nur daki orjinal yaklaşım be telakkilerin ortaya konulmasıdır. Zamanla bu güzel noktaya ulaşılacaktır.

  7. Allah razı olsun olsun üstadımızdan ve Nur Şakirdlerinden. Şahsi manevisi yüksek olanlardan olmamızı nasip etsin. Zübeyir abi gibi abilerin düşünce anlayışını hissedip yaşamamamız gerekiyor

  8. Önemli konuda epeyce önemli hata yapılmış, özellikle imla ve ifade hataları. Oysa, bu derece önemli bir konu, yanlışı kaldırmayacak ciddiyette olmalı ve etkisi beklenen ölçüde olmalıdır. Sanki biraz aceleye getirilmiş. Kitaplaştırılması gereken bu konunun, zamanla daha iyileşeceğini düşünüyorum.
    Hocam çoğu zaman olduğu üzere, yine kelimeleri, yazının ve manânın önüne yerleştirmiş; “Siyasal İslam”

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*