Hazret-i Hüseyin (ra) (625-680)

Hz. Peygamber’in (asm) Hz. Fatıma’dan (r.anhâ) torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın ikinci oğludur.

Hicretin dördüncü yılında Şaban ayının beşinde, milâdî takvime göre, 625’te Medine’de doğmuştur. 10 Ekim 680’de Kerbelâ’da şehit edilmiştir.

 

Hz. Hüseyin’in ismini Peygamber Efendimiz (asm) koymuştur. Hz. Hüseyin (ra) doğduğu zaman, Cebrail (as) gelip “Ya Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor. Oğluna, şu Harun’un oğlunun ismini koy diyor” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) “Ey Cebrail, Harun’un oğlunun ismi nedir?” diye sordu. Cebrail (a.s) “Şebir” dedi. Peygamberimiz “Benim dilim, Arapça” buyurdu. Cebrail (as) “Öyle ise, bunun Arapça karşılığı olan Hüseyin ismini koy” dedi.1

Hz. İmâm Hüseyin’in künyesi “Ebû Abdullah”, lâkabı “Sıbt, Şehit, Tâbi’li emrullah (Allah’ın emrine uyan), Zeki ve Mübârek”tir. Hz. Hüseyin’in 5 erkek, 3 kız olmak üzere 8 evlâdı olmuştur. Erkek evlâdının üçünün adı Ali’dir; içlerinden sadece Ali Zeyne’l-Abidin kendilerinden sonra hayatta kalmış ve soyları Hz. Zeyne’l-Abidin’den yürümüştür. Ali Ekber ile süt emer bir çağda bulunan Ali Asgar ise Kerbelâ’da şehit olmuşlardır.

Hz. Hüseyin (ra), Hz. Peygamber’e (asm) çok benziyordu. Hz. Ali (ra) “Hasan, Rasûlüllah’a göğsünden başına kadar olan kısmında, Hüseyin de bundan aşağı olan kısmında çok benzerdi”2 demişlerdir. Efendimiz (asm) Hz. Hüseyin doğduğu zaman, kulağına, “O, cennet gençlerinin efendisi, seyyididir” diye seslenmişlerdi. Hz. Üsame bin Zeyd, bir gece Peygamber aleyhisselâmı gördüğünü ve onun Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için, “Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır. Allah’ım ben onları seviyorum, sen de onları sev ve onları sevenleri de sev” buyurduğunu rivayet etmektedir. Bir defasında da, “Hüseyin benden, ben Hüseyin’denim, Allah Hüseyin’i seveni sever” buyurmuştu.

Peygamber Efendimiz’in bu iki torununa olan ilgisi Risâle-i Nur’da şöyle açıklanmıştır; “Cenâb-ı Peygamber Sallâllâhü Teâlâ Aleyhi Vesellem Efendimiz Hazretlerinin nesl-i mübareklerinin, ilâ yevmi’l-kıyam Hz. Hasan ve Hüseyin’den (Radıyallahü Teâlâ Anhüma) geleceklerini ve istikbalde çok mübarek zevatında bu meyanda zuhur edeceklerini nazar-ı nübüvvetle gördükleri için, bu iki hafidine bütün o nurlu zatlar hesabına şefkat göstermesi, öyle bir tariftir ki, beşerin düşünmesiyle yazılmasına imkân yoktur.”3

Hz. Muaviye vefat etmeden önce yerine geçmesini istediği oğlu Yezid halife olunca, Hz. Hüseyin biat etmedi. Bunu duyan Kûfe’liler Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye dâvet ettiler. Hz. Hüseyin 72 kişilik bir kafile ile Kûfe’ye giderken, yolda Yezid’in adamları tarafından kıstırıldı. Yezid’e biat etmesi istendi. Fakat Hz. Hüseyin bunu kabul etmeyince vicdanları sızlatan bir şekilde birçok yakını ile beraber şehit edildi. Bütün Müslümanları vicdanen muazzeb eden bu hadise Müslümanlar arasında ayrılıkların derinleşmesinde etkili olmuştur. Bediüzzaman, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Emevilerle mücadelesini tahlil ederken, din ve milliyet savaşı olarak belirtir.4

“Âl-i Beyte muhabbeti Kur’ân emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şîalar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Niçin Şîalar, hususan Râfızîler o muhabbetten istifade etmiyorlar, belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbete mahkûmdurlar?

“Elcevap: Muhabbet iki kısımdır.

“Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.

“İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı düşünmeden, Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder. İşte, işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık ile Hazret-i Ömer’den teberri ettiklerinden, hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir.5

“Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.

“Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

“Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez.

“İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.

“Eğer denilse: ‘Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?’

“Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş.

“Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.”6

Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in akrabalarından yetmiş iki kişi şehid düştü. Adeta Ehl-i Beyt, tamamen imha edilmek istenmişti. Kufelilerden de seksen sekiz kişi ölmüştü. Hz. Hüseyin, Hicrî altmış birinci yılın on Muharreminde şehid olmuştu. Şehid düştüğünde elli yedi yaşında idi.

Dipnotlar:

1- Diyar bekrî, el-Hamîs, 1, 471.

2- Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 108.

3- Barla Lâhikası, 356.

4- Köprü Dergisi, Sayı: 98.

5- Mektubat, s. 182-183.

6- A.g.e., s. 90.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*