Her şey O´nu övüp O´nu tespih eder

“İkinci Mebhas: Zerrâtın harekâtındaki vazifelere, hikmetlere küçük bir işarettir.

Evet, akılları gözlerine sukut etmiş maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinat eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerrâtı bütün düsturlarına üssü’l-esas tutup, masnuât-ı İlâhiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuâtı hikmetsiz, mânâsız, karma karışık bir şeye isnad etmeleri ne kadar hilâf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir. “Şimdi, Kur’ân-ı Hakîm’in hikmeti nokta-i nazarında, tahavvülât-ı zerrâtın pek çok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır; gibi çok âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine işaret eder. numûne olarak birkaçına işaret ediyoruz.”

İnsanlık tarihi boyunca, bir dönem toprak, hava, su, ateş gibi unsurların, bir dönem yüz on civarındaki elementin maddenin temel yapı taşı olarak kabul edildiğini ifade etmiştik. Günümüze yakın tarihlerde atom kavramı kuvvetlenmiş ve maddenin temel yapı taşı olarak kabul edilmişti. Oysa ilerleyen zaman, atomun bir yapı taşı olmakla birlikte temel yani bölünmez nihai yapı taşı olmadığını, tek başına bir yapı olduğunu ortaya koydu. Çekirdek ve elektronlardan oluştuğu düşünülen atomun bunlardan çok fazla sayıda temel unsurdan oluştuğu ortaya kondu. Mesela, 1960’lı yıllarda proton ve nötronun kendilerinden daha ufak parçacıklardan meydana geldiği önce genç bir fizik öğrencisi Zweig tarafından öne sürüldü. Bu tez Amerikalı bilim adamları tarafından gülünç bulundu ancak aynı iddia, Zwein’dan bağımsız olarak aynı yıl tanınmış Amerikalı fizikçi Gell-Mann tarafından yayınlanmış ve kabul görmüştür. (Yalçın İnan, Kozmos’tan Kuatum’a, s. 96.) Gell-Mann bu ufak parçacıklara “kuark” adını vermiş ve 1968’de Cenevre’deki CERN hızlandırıcısında yapılan bir deneyle bu parçacıkların varlığı ispatlanmıştır. Yalçın İnan kitabının 119. sayfasında şu cümlelere yer vermektedir: “Evrendeki bütün maddeler, en temel parçacıklar olan 12 parçacığın birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu 12 tane parçacığın 6’sı kuark 6’sı ise lepton parçacıklarıdır. Doğadaki her şey, kuark ve leptonların birleşmesinden şekillenmiştir.”

Maddenin temelleri ile ilgili bu ifadeler elektron mikroskopları, hızlandırıcılar gibi imkanlarla genişleyen algı alanında ulaşılan nihai noktayı ifade etmektedir. İnsanoğlunun algı alanının nereye kadar genişleyeceği ve o bakışla maddelerin en temel yapı taşının ne kadar küçüleceği ise bilinmemektedir.

Zerre, kudret kaleminin ucu şeklinde tarif edildiğinde ister hava veya su, ister sodyum veya potasyum, ister atom, isterseniz lepton veya kuark şeklinde algılayın, neticede yazan kalemin ucunun kalınlığı ile ilgili bir değişiklik söz konusu olacaktır. Özde ya da ifade ettiği manada bir faklılık olmayacaktır. Bir dönem hava kalınlığında algılanan kudret kaleminin ucu, şu an kuark inceliğinde algılanmaktadır. Göz, tüm algıları temsil eden bir organ gibidir. Buna teknik imkanlarla geliştirdiğimiz her tür algıyı da dahil edebiliriz. Belki de bu yüzden tecrübi yollarla elde edilen tüm bilgiler “göz”lem adını almaktadır. İşte bütün genişliği ile bu gözlem alanları içinde yapılan varlık tarifleri maddenin, kainatın asıl mahiyetini ifade ve idrake yeterli olmamaktadır. Varlığı bu alana hapsedip, yalnızca bu alan içinde anlamlandırmaya çalışanlar “akılları gözlerine sukut etmiş maddiyyunlar” şeklinde ifade edilmektedir. Yalnızca maddi alanda ve o alanın hükümleri ile şekillenmiş bir akılla varlığa yüklenen anlamlar, algıların darlığıyla sınırlı kalmaya mahkumdur. Bu alandaki “Nasıl?” özellikle de “Niçin?” sorularının cevapları maddenin işleyişindeki iç mekanizmalarla anlaşılmaya çalışılmakta, aynı maddenin irtibatlı olduğu melekût ya da mana boyutu gözardı edilmektedir. Oysa maddenin asıl anlamı bu bağlantıdan, yani harfiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunun dışındaki “Nasıl” ve “Niçin”in cevapları bir hikmet olarak ortaya konsa da asli yönü ile hikmetsizliktir, abesiyettir. Maddiyunların felsefeleri abesiyet esasına dayanmaktadır. Dolayısı ise kavram haritasındaki manalar hikmetsizlik ve abesiyet üzerine şekillenmiş olmalıdır. Madde bu zaviyeden algılandığında özellikleri kendinden kaynaklanan, dayanıksız, sahipsiz, bağlantısız bir hal sergilemektedir. Bu yaklaşım kendi dar algı dünyasının hükümlerine ve sözde hikmetlerine uyduramadığı, yani aklına sığıştıramadığı halleri normal dışı olarak görmekte, hatta haddini çok aşarak anlamsız, karışık, tesadüfi gibi kavramlarla ifade etmektedir. Bu bakışın nazarında zerrelerin tahavvülü de tesadüfidir. Bu dar alanın düzen tarifine uymadığı için karışık, düzensiz olduğu kabul edilmektedir.

Bu noktada Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümünden Cihan SAÇLIOĞLU’nun Bilim ve Teknik Dergisinin Ekim 2000 sayısında “Felsefe’nin Kuantum Mekaniksel Temelleri” isimli makalesinde “Makroskobik Gündelik Dünya ve Kuantum Alan Kuramı” başlıklı kısım ilgi çekicidir: “Temel fikirlerimizi kısaca tekrarlayalım ve özetleyelim. Maroskobik gündelik hayatta, kuantum kuramının ünlü paradoksları ile karşılaşmamızın (laboratuarda özel olarak hazırlanmış makroskobik sayıda temel parçacığın koherent şekilde davranmaya zorlandığı özel sistemler dışında) nedeni yalnızca planck sabitinin bu ölçekte çok düşük olması değil, çok sayıdaki temel parçacığın dalga fonksiyonlarının birbirlerine göre gelişi güzel fazları dolayısı ile net girişim yapamaması. Bu yüzden günlük makroskobik ölçekte gördüklerimizi açıklamak için klasik fiziğin yeterli olduğu savı tam yanlış demesek de önemli oranda yanıltıcı.

“Tüm kedilerin birbirine benzemesinden, sayı kavramının kaynağına, oradan da bardağa su doldururken düzeyinin neden yükseldiğine kadar birçok kanıksadığımız olay ve düşüncenin kökeninde kuantum alan kuramının, onun da kökeninde Poincare grubuyla ifade edilen uzay-zaman simetrilerinin bulunduğunu açıklamaya çalıştık. Bozon sınıfından fotonlar aynı durumda bir arada bulunabildikleri için makroskobik klasik elektromanyetik dalgaları meydana getirebiliyorlar, elektron gibi fermiyonlarsa birbirlerini dışlayıp iterek katı ve sıvı yoğun maddeyi oluşturuyorlar. Boşluk deyip geçtiğimiz ortamsa gördüğümüz gibi Descartes’dan beri bir doldu, bir boşaldı. Son görüntüsünde sanal parçacıklar kaynaştığını anlattık; fakat boşluk hakkında burada değinemediğimiz daha söylenecek çok şey var. Aslında beynimizin işleyişinde temel bir rol oynayan potasyum, sodyum ve klor iyonları alış-verişi de son çözümlemede tamamen kuantum alan kuramına indirgenebileceği için, düşüncelerimizin hepsi de kuantum alan kuramının özelliklerinden kaynaklanıyor diyebiliriz. Fakat burada felsefenin en derin problemlerinden olan zihin ve madde ilişkisine fazla yaklaştığımız için haddimizi bilip duralım. Hiç değilse tüm insan beyinleri aynı kimyasal maddelerden yapıldığına ve aynı kimyasal süreçlerde işlediklerine göre farklı insanların kavramlarının yakınlığının da temelinde kuantum alan kuramının bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu görüşlere ille de bir isim takmak gerekirse belki ‘kuantum materyalizm’ uygun olabilir.”

“Makroskobik Gündelik Dünya”nın temellerini izah için “Bozon sınıfından fotonlar, aynı durumda birarada bulunabildikleri için makroskobik klasik eletromanyetik dalgaları meydana getirebiliyorlar…” cümlesini ele alalım. Öncelikle, bozan sınıfından fotonların aynı durumda birarada bulunabilmeleri bizim gözlemlerimizin sonucu olan bir hükümdür. Olayların gözlemlenmesi sonucu ortaya konan bir hüküm, tekrar aynı olayın sebebi olarak ortaya konmaktadır. En detaylanmış şekliyle, bozon, fermiyon veya elektron düzeyinde de olsa gözlemlerde bir sınırlılık hep mevcut olacaktır. Aslın, mutlak hakikatin yalnızca gözlemle elde edilebilmesine bu arayışta olanların yani insanların özellikleri müsait gözükmemektedir. Hal böyle olunca -yukarıdaki örnekte olduğu gibi- varlığın kendi içinde dar bir alanda bağlantılar kurulup, bunun üzerine varlık anlayışı bina edilince harfiliği, gerçek anlamı ve konumu kaybolmakta; harfin yazılış şekli, mürekkebin özellikleri çok detaylı olarak keşfedilse bile bunun bir harf olduğu ve kendisinden öte bir mana ifade ettiği görülememektedir. Aynı makalenin devamındaki şu cümleler de bu türden bir örnek olarak algılanabilir: “Bugün doğadaki dört etkileşimden üçünün kuantum alan kuramını biliyor ve kullanıyoruz. Bu üç kuram çekirdeğin binde biri ölçeğindeki mesafelere kadar deneyle uyuşuyor ve gördüğümüz gibi çevremizde gözlemlediğimiz olguların çok büyük kısmını açıklamakta temel bir rol oynuyor. Henüz kuantum kuramı kurulamamış olan kütleçekim, çekirdeğin yüz milyar kere milyar daha altında bir ölçeğe işaret ediyor. Ve burada bildiğimiz kuantum alan kuramı çerçevesinin yeterli olmayacağı şimdiden anlaşılıyor. İleride sicim kuramının ya da bunu (nasıl kurulacağı tam belli olmayan) M-kuramı adlı bir genellemesinin bu ölçekte geçerli olacağı, şimdiki başarılı alan kuramlarımızın ise bu nihai kuramın bir alçak enerji yaklaştırımı olacağı düşünülüyor.”

Yaratıcısı, Sanatkarı ile bağlantısı kopuk şekilde anlaşılmaya çalışan bir varlıklar aleminde eşya makro boyutu ile güzelliklerin, intizamın, hikmetli işleyişlerin zemini şeklinde gözleniyor. Oysa mikro boyuta inildiğinde yani alem zerrelerden müteşekkil şekliyle gözlendiğinde bizim intizam anlayışımıza uymayan, bizim kavram haritamızdaki karışıklıklara, anlamsızlıklara, hikmetsizliklere denk gelen bir işleyiş gözleniyor. Makro alemde gördüğümüz rengarenk çiçekler, pırlantalar gibi gökyüzünü intizamla süsleyen yıldızlar, mükemmel, aksaksız işleyişi ile alem bu kararsız, düzensiz, kaos görünümü arzeden zerreler üzerinde, onlarla bina edilmiş izlenimi veriyor. Belki de Einstein’ı “Tanrı zar atmaz” cümlesi ile kuantum kuramından uzaklaştıran bu hal idi.

Bu durumda iki seçenek var: Ya varlığı kendi içinde anlamlandırmaya çalışıp bizim akli ölçülerimize ve mülkten edindiğimiz izlenimlere uymadığı için tesadüfi, ihtimaller üzerinde yürüyen, karışık olarak adlandırdığımız bir temel üzerinde, onunla bağdaştırmakta büyük sıkıntılar yaşadığımız bir makro alemi kabul edeceğiz. Sürekli bu çelişkilerin yine akli ölçülerimizle ortadan kaldırılması mücadelesi vereceğiz ve bu noktada ulaştığımız hep lokal, sınırlı ve değişime maruz olacak. Ya da makro ve mikro alemin aynı Sani’in ürünü olduğunu, makro alemdeki üslubunun mikro alemden farklı olduğunu, mikro alemdeki ifadelerinin bir yönüyle daha “soyut” olduğunu, oradaki belirsizlik içinde bir belirliliğin, kaos içinde bir intizamın ifade edildiğini kabul edeceğiz. Düzen, intizam, nizam güzellik gibi tariflerin tamamen Yaratıcı tarafından ifade edildiğini ve varlığın O’nunla bağlantısından kaynaklandığını kabul edeceğiz. Kaosu düzen yapan ve kaostan düzen halk eden bir Sani-i Zülcelal’in tekvini hitaplarına muhatap olmanın hazzını bozonda, fermionda, elektronda, çiçeklerde, yıldızlarda ve galaksilerde yaşayacağız. Yani, her şey gibi zerrelerin de kendi ortamlarında hususi alemlerinde “pek çok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri” olduğunu idrak edeceğiz. “Hiçbir şey yoktur ki, onu övüp, onu tesbih etmesin.” (İsra Suresi; 44) mealindeki Kur’anî hitabı iliklerimize, zerrelerimize kadar hissetmenin doyumsuz tadını ve daha dünyada iken cennet lezzetlerini hissetmenin ayrıcalığını yaşayacağız.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*