Hidayet büyük bir nimettir

Image
Hidayet haddizatında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir.

Hidayette saadet-i dareyn vardır. Hidayetin neticesi, nefs-i hidayettir. Hidayetin semeresi, ayn-ı hidayettir. Zira, hidayet haddizatında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir. Nasıl ki dalâlet ruhun cehennemidir; öyle de, “Ve bi’l-âhireti” (Ve âhirete iman) âhiretin felah ve saadetini intaç eder.

İşaratü’l-İ’câz, s. 62

***

İmân, nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedâniyeyi okutturuyor; öyle de kâinatı dahi ışıklandırıyor, zaman-ı mâzi ve müstakbeli zulümâttan kurtarıyor. Şu sırrı, bir vâkıada “Allah İmân edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidâyet nuruna kavuşturur.” (Bakara Sûresi: 257.) âyet-i kerîmesinin bir sırrına dâir gördüğüm bir temsil ile beyân ederiz. Şöyle ki:

Bir vâkıa-i hayaliyede gördüm ki, iki yüksek dağ var, birbirine mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere; ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da her tarafı karanlık, kesif bir zulümât istilâ etmişti. Ben sağ tarafıma baktım; nihayetsiz bir zulümât içinde, bir mezar-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümât dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müthiş zulümâta karşı, sönük bir cep fenerim vardı. Onu istimâl ettim, yarım yamalak ışığıyla baktım; pek müthiş bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki, “Keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim” dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım. “Eyvah! Şu fener, başıma belâdır” dedim.

Ondan kızdım; o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güyâ onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük bir elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümât boşandı. Her taraf o lâmbanın nuru ile doldu; her şeyin hakikatini gösterdi. Baktım ki, o gördüğüm köprü gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil bahçelerle, nurânî insanların taht-ı riyâsetinde, ibâdet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim. Ve sol tarafımda fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şâhikalar ise süslü, sevimli, câzibedar olan dağların arkalarında azîm bir ziyâfetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm. Ve o müthiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvanât-ı ehliye olduğunu gördüm. “İmân nurundan dolayı, Allah’a hamd olsun. (Duâ)” diyerek “Allah İmân edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidâyet nuruna kavuşturur.” (Bakara Sûresi: 257.) âyet-i kerîmesini okudum, o vâkıadan ayıldım.

İşte, o iki dağ mebde-i hayat, âhir-i hayat, yani âlem-i arz ve âlem-i berzahtır. O köprü ise hayat yoludur. O sağ taraf ise geçmiş zamandır. Sol taraf ise istikbâldir. O cep feneri ise, hodbîn ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enâniyet-i insaniyedir. O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisâtı ve acîb mahlûkatıdır. İşte enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına mübtelâ olan adam, o vâkıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâletâlûd mâlûmât ile, zaman-ı mâziyi bir mezar-ı ekber sûretinde ve ademâlûd bir zulümât içinde görüyor. İstikbâli gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir; hem, her birisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisât ve mevcudâtı muzır birer canavar hükmünde bildirir, “İnkâr edenlerin dostu ise tâğutlardır; onları İmân nurundan mahrum bırakıp, inkâr karanlıklarına sürüklerler” (Bakara Sûresi: 257.) hükmüne mazhar eder.

Eğer hidâyet-i İlâhiye yetişse, İmân kalbine girse, nefsin firavuniyeti kırılsa, kitâbullahı dinlese, o vâkıada ikinci halime benzeyecek. O vakit, birden, kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u İlâhî ile dolar; âlem, “Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur Sûresi: 35.) âyetini okur. O vakit, zaman-ı mâzi bir mezar-ı ekber değil, belki her bir asrı bir nebînin veya evliyânın taht-ı riyâsetinde, vazife-i ubûdiyeti ifâ eden ervâh-ı sâfiye cemaatlerinin vazife-i hayatlarını bitirmekle, Allâhü ekber diyerek makamât-ı âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür. Sol tarafına bakar ki, dağlar-misâl bâzı inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında, Cennetin bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyâfet-i Rahmâniyeyi o nur-u İmân ile uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelzele, tâun gibi hâdiseleri birer musahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisâtı, sûreten haşin, mânen çok latîf hikmetlere medâr görüyor. Hattâ mevti hayat-ı ebediyenin mukaddimesi; ve kabri saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha sâir cihetleri sen kıyas eyle; hakikati temsile tatbik et.

Sözler, 23. Söz, 2. Nokta

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*