Hilmi Doğan Ağabeyi ahirete uğurlarken

19 Kasım 2007 tarihli Yeni Asya gazetemizde bir geçmiş olsun ilânı dikkatimi çekti. İnegöl Yeni Asya okuyucuları “Çam Dağı şairi ağabeyimiz Hilmi Doğan, İnegöl’ümüzde hastalığıyla duâ etmekte ve duâ beklemektedir” deyip Cenâb-ı Allah’tan acil şifalar diliyorlardı. Daha önce de Mustafa Türkmenoğlu Ağabey için böyle bir ilân çıkmıştı. Arkasından vefat haberini duymuştum.

Gözümün önünden, tanıştığımız 1970’li yıllar, Bediüzzaman mevlitleri, spor salonundaki panel, derûnî nur dersleri geçmeye başladı. İsmi gibi halim selimdi. Aklıma gayr-ı ihtiyârî bir soru geldi: Acaba Hilmi Doğan Ağabey de ahiret yolcusu mu?

Duâ etmeye başladım. Allah’tan âcil şifalar diledim. Yeni Asya Neşriyat yayınları arasında çıkan Nuriye Çevik’in hazırladığı Hilmi Doğan’dan Nurlu Hatıralar isimli kitabı elime aldım. Derin düşüncelere dalıp satır aralarında gezindim. 82 yıllık bir ömür. Nurlara hizmetle geçen verimli bir hayat. Ertesi günü akşamı cep telefonuma bir mesaj geldi: “Hilmi Doğan Ağabey Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenaze namazı, yarın öğle namazını müteakip Kayseri Yeşilhisar Merkez Camii’nde kılınacaktır. Sabah, Maltepe’den (Ankara) otobüs kaldırılacaktır. Gitmek isteyenler…”

“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Allah’tan geldik ve Allah’a dönüyoruz.)

“Küllü nefsin zâikatü’l-mevt” (Her nefis ölümü tadacaktır.)

Sabah namazını müteakip İbrahim kardeşin kaptanlığında Kayseri-Yeşilhisar yoluna düştük. Uzun bir yolculuktan sonra öğle ezanı okunmadan Hilmi Ağabeye kavuştuk. O sessizce kefene sarılmış tabutun içinde bizi bekliyordu. Konuşamadık. Ama o lisan-ı haliyle dünyanın fani, insanların birer yolcu ve buranın bir bekleme salonu olduğunu söylüyordu.

Güneş yüzünü bulutlar arasından çıkarıp ara sıra bize bakıyordu. Hilmi Ağabeyi ahiret yolculuğuna uğurlayacak olanlarla cami önünde görüştük, konuştuk, hatıraları yâd ettik. Öğle ezanı ile birlikte cami adeta bayram namazı kalabalığına ulaşmıştı. Safları sıklaştırdık. Öğle namazımızı eda edip dışarı çıktık. Cami önünde uzanan sokak, izdihamdan trafiğe kapanmıştı. Cenaze namazını kıldık, ağabeyle helâlleştik.

Hilmi Ağabeyin tabutunu eller üzerine alıp ebedî istirahatgâhına götürdük. Bir taraftan defin işleri devam ederken bir taraftan da Yasin-i Şerifler okunuyordu. Duâlar edildi. Hep birlikte âmin dedik. Cismen bizden ayrılmıştı. Dosttan ayrılmak zordu. Biz aslında ebedî olarak ayrılmamıştık. İleride tekrar buluşacaktık. Üstad’ın dediği gibi “Birimiz dünyada, birimiz ahirette, birimiz şarkta, birimiz garbda, birimiz şimalde, birimiz cenubda olsak; biz yine birbirimizle beraber”dik. O, başta Resûlullah (asm) olmak üzere dostlarına, akrabalarına, arkadaşlarına, Üstada ve önden giden Nur talebelerine kavuşmuştu. Said Nursî’nin dediği gibi ölüm “vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir dâvettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddemesidir.”

Ali Vapur Ağabey, merhûm Hilmi Ağabeyin mezarı başında ayrılmadan önce Risâle-i Nur’dan bize bir ders yaptı. Sözü o­n Yedinci Lem’anın o­n İkinci Notasına getirdi. Orada hayalimizi hakikatle birleştirdi. “Ey Rabb-i Rahimim ve ey Hâlık-ı Kerîmim” diye başlayan kısmı okudu. Hilmi Ağabeye duâ makamında olmak üzere o kısımdan bir parçayı aşağıya alıyorum: “İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryat edip nida ediyorum: El-amân, el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle!

“İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyiciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, senden başka melce ve mence yok. Günahlarımın çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum: El-amân, el-amân! Yâ Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir!”

Merhûm Hilmi Doğan Ağabeyden ayrılmak kolay olmadı. Ankara’da görüştüğümüzde yaz aylarında memleketine gittiğini söylerdi. Merak edip sordum:

“Hilmi Ağabey yazın burada nerede kalırdı?”

Kiraladığı evi gösterdiler. Evi, mezarlığın tam karşısında idi. Arada sadece bir yol geçiyordu. Mezara veya mezarlığa bu kadar yakındı. Yukarıdaki satırları sanki fiilî yaşar gibi idi. Allah, Hilmi Ağabeye gani gani rahmet eylesin. Sonunda bizim de gideceğimiz yer orası değil mi?

Bediüzzaman ne güzel demiş: “Dünya madem fanidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet hakim ve kerim bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem ‘Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez’ (Bakara Sûresi: 2:286) sırrınca teklif-i malayutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin” (Mektûbât)

Bize ayrılan süre de bitmişti. Çünkü Kayseri’de misafirdik. Dünyada da misafir değil miyiz? Misafirliğimiz nerede, nasıl bitecek? Allah’tan hayırlısını temenni ediyoruz.

Arabamıza binip tekrar Ankara yollarına düştük.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*