Hızır Aleyhisselam

Cenab-ı Hakk’ın kendisine ilahi bilgi ve hikmet öğrettiği kişi olan Hızır, Musa Aleyhisselam zamanında yaşadı. Muhtelif görüşler olmakla beraber, alimlerin büyük çoğunluğu tarafından peygamber olarak kabul edilir. Arapça menşeli olan adı Hadır, Hadr, Hıdr şeklinde olmakla beraber, Türkçe’mize Hızır ve Hıdır olarak geçti. Hadır; yeşil, yeşilliği çok olan yer anlamındadır. Bu manadan dolayı, Hızır Aleyhisselam’a lakap olarak verildiğini ileri sürenler de vardır.

Ebu Hureyre’nin (ra) rivayetine göre Peygamber Efendimiz (asm) Hızır için şu ifadeleri kullanmıştır; “Hızır, otsuz kuru bir yere otururdu da ansızın o otsuz yer yeşillenerek peşi sıra dalgalanırdı.” (Bünyamin Ateş, Peygamberler Tarihi, s. 476)

Hazret Musa (as) ile aynı dönemlerde yaşadıklarını Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz. Musa Aleyhisselam, ilme çok büyük önem verirdi. Günün birinde, “Ya Rabbi, kulların arasında benden daha fazla ilim sahibi olan varsa bana göster” diye niyazda bulundu. Kendisine iki denizin birleştiği ve balığı kaybedeceği yerde, aradığı kişiyi bulabileceği bildirildi. Hazreti Musa Yusuf Aleyhisselam’ın torunlarından olan Hazreti Yuşa ile birlikte aradığı kişiyi bulmak için yola koyuldu. Yanlarına aldıkları tuzlanmış balığı zembillerine koydular.

İki denizin birleştiği yere vardıkları halde balığı unuttular. Balık ise, üzerine Yuşa (as)’ın abdest suyu sıçrayınca canlanarak denize sıçradı. Onu gören Hazreti Yuşa, o sırada yatmakta olan Hazreti Musa’ya söylemeye niyetlendiği halde sonradan unuttu. Yola bir süre daha devam ettiler. Acıkınca yemeği getirmesini söyleyen Hazreti Musa’ya, balığın denize sıçradığını, kendisine bildirmeyi unuttuğunu söyleyerek özür diledi. Aradıkları yeri geçtiklerini anlayıp geri döndüler.

Geri döndüklerinde Hızır Aleyhisselam ile karşılaştılar. Hazreti Musa, kendisinden ilim öğrenmek ve tâbi olmak istediğini bildirdi. Hızır (as), yanında bulunmaya tahammül edemeyeceğini, iç yüzlerini bilmediği bazı durumlarla karşılaştıklarında sabırlı olamayacağını söyledi. Hazreti Musa ise sabredeceğini söyleyerek ona tabi oldu. Hızır (as), karşılaşacakları durumlarla ilgili olarak açıklama yapmadığı sürece kendisine soru sormaması şartıyla Hazreti Musa’nın kendisine tabi olmasına izin verdi. (Kehf Suresi/61-70)

Yolculuğa, gemiyle başladılar. Bir süre sonra Hızır (as), gemide bir delik açtı. Hazreti Musa, “İçindekileri batırmak için mi gemiyi deldin?” diyerek ilk karşı çıkışını yaptı. Hızır (as) da, “Sen benim yanımda bulunmaya sabredemezsin demedim mi?” diye hatırlatmada bulundu. Bir süre sonra bir erkek çocuğa rastladıklarında, Hızır (as) çocuğu öldürdü. Hazreti Musa, “Bir can karşılığında kısas olmaksızın suçsuz bir kimseyi mi öldürdün? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın!” diye çıkıştı. Hızır, “Ben sana, benimle beraber bulunmaya sabredemezsin demedim mi?” diye cevap verdi. İkinci kez ihtar edilen Hazreti Musa, “Eğer bundan sonra sana bir şey soracak olursam benimle arkadaşlık etme. O zaman benden ayrılmakta mazur sayılırsın” dedi. Yolculuklarının sonuna doğru bir beldeye vardılar. Buradaki halk kendilerini misafir etmedikleri gibi, istedikleri halde yiyecek de vermediler. Buna rağmen, yıkılmak üzere bulunan bir duvara rast geldiklerinde, Hızır duvarı doğrulttu. Hazreti Musa, “İsteseydin bu yaptığın işe karşılık bir ücret alırdın” dedi. Hızır da kendisine, “İşte bu seninle benim ayrılışımızdır,” dedikten sonra, karşılaştıkları olayların içyüzünü söyleyeceğini bildirdi. (Kehf Suresi/71-78)

Delik açmak suretiyle kusurlu bir hale getirdiği geminin, geçimlerini denizden sağlayan bir kısım fakirlere ait olduğunu ancak, arkalarından sağlam bulduğu her gemiyi gasp eden bir hükümdar olduğunu, gemiyi kusurlu hale getirmekle gasp edilmekten kurtardığını söyledi. Öldürdüğü çocuğun, mümin olan bir anne-babanın evladı olduğunu, kafir tabiatlı çocuğun ileride anne ve babasını isyan ve inkara sevk etmesinden korktuğu için onu öldürdüğünü söyledi. “Ve istedik ki, Rableri onlara huy temizliği bakımından daha hayırlı ve merhamet yönünden daha yakın bir evlat versin.” ( Kehf Suresi 79-81) Elmalılı M. Hamdi Yazır, çocukla ilgili şu yorumu yapar: “Yani oğlan göründüğü gibi masum (günahsız ve suçsuz) değildi. Buluğa ermiş, azmış bir kafir idi ki, anasını babasını da küfür ve azgınlığının istilası altına almak üzere idi.” (Hak Dini Kur’an Dili, Sadeleştirilmiş 5. C., Feza Gazetecilik A. Ş., İstanbul, s. 377)

Bazı tefsir kitaplarında, söz konusu anne-babaya, Cenab-ı Hakk’ın bir kız evlat ihsan ettiği, daha sonra bu kızın bir peygamber ile evlendiği, bu evlilikten de bir peygamberin doğduğu rivayet edilmektedir. Böylece bu mübarek kız, bir taraftan peygambere eş diğer taraftan da bir peygamber annesi olma şerefine nail olmuştur. (Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, Yeni Asya Gazetesi Neşriyatı, s. 301)

Hızır’ın (as) düzelttiği duvar ise iki yetim çocuğa aitti. Ayrıca altında, kendilerine miras kalan bir hazine vardı. Babaları salih bir kimse idi. Hızır (as) “…Rabbin diledi ki, onlar yetişkin çağa gelince hazinelerini oradan çıkarsınlar. Bütün bunlar Rabbinden bir rahmet eseridir; yoksa ben kendi reyimle yapmış değilim. İşte, sabredemediğin şeylerin açıklaması budur.” (Kehf Suresi 82) diyerek sözlerini tamamladı.

Hazreti Musa’nın bu olayların iç yüzünü bilmemesi gayet tabii idi. Çünkü, Cenab-ı Hakk’ın kendisine bildirdiği şeylerin dışında bir bilgisi yoktu. Hızır (as)’a ise, “olayların iç yüzünü bilme” anlamına gelen “ledün ilmi” ihsan edilmişti. Ancak, yine de her şeyde Allah’ın izni ve ilmi dairesinde hareket eder, o da kendisine bildirilenlerin dışında bir bilgiye sahip değildi.

Bu olaylarda üzerinde önemle durulması gereken konu, zahiren bize kötü görünen olayların perde arkasında bir çok hikmetin gizli olduğu ve Yüce Mevla’nın rahmetinin her şeyi kuşattığının unutulmamasıdır. Dolayısıyla her halükarda ümitsizliğe düşmeden, her türlü kötülüğü iyiliğe dönüştürmenin Allah katında hiç de zor olmadığını bilerek, sabretmek gerekir.

Halk arasında Hızır (as)’ın hayatta olduğuna ve dara düşenlerin yardımına koştuğuna inanılır. Risale-i Nur’da, “Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise, niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?” sorusuna, “Hayattadır” diye karşılık verilmiştir. Ancak, akabinde hayat mertebelerinin beş kısım olduğu izahlarıyla beraber verilir. Birincisi; çok kayıtlarla sınırlı olan bizim hayatımız, ikincisi; Hazreti Hızır ve İlyas Aleyhisselamın hayatlarıdır (daha geniş bilgi ve diğer üç hayat mertebesi için bk. Mektubat, Birinci Mektup).

Hızır Aleyhisselam’ın bulunduğu hayat mertebesindekiler, bizimki gibi fazla kayıt altında değillerdir. Nispeten serbesttirler. Aynı anda bir çok yerde bulunabilirler. İnsanlar gibi her zaman yeme-içme mecburiyeti olmamakla birlikte, istedikleri zaman yerler ve içerler. Bazı büyük evliyaların Hızır (as) ile maceraları hayatta olduğunun ispatıdır. Hatta velilik makamlarından birisi, “makam-ı Hızır” diye tabir edilir. Bu makama eren bir veli Hızır’dan ders alır ve onunla görüşür. Ancak, bu makam sahibi yanlış bir şekilde Hızır ile karıştırılarak, Hızır zannedilir. (Mektubat, s. 11)

Bediüzzaman Hazretleri özellikle günümüz açısından da çok büyük öneme haiz olan ve bir çok aldanmalara sebep teşkil eden, “mehdi” ve “Hızır” zannetme konusu üzerinde uyarı ve ikazda bulunur. “Meslek-i velâyet çok kolay olmakla beraber çok müşkülâtlıdır; çok kısa olmakla beraber çok uzundur; çok kıymettar olmakla beraber çok hatarlıdır; çok geniş olmakla beraber çok dardır. İşte bu sırlar içindir ki, o yolda sülûk edenler bazen boğulur, bazen zararlı düşer, bazen döner, başkalarını yoldan çıkarır.” (Mektubat, s. 431)

“Hem ben müteaddit insanları gördüm ki, bir nevi mehdî kendilerini biliyorlardı ve ‘Mehdî olacağım’ diyorlardı. Bu zatlar yalancı ve aldatıcı değiller; belki aldanıyorlar. Gördüklerini hakikat zannediyorlar”. İlahi isimlerin yansımaları Arş-ı Azamdan ta zerrelere kadar cilveleri görülür. Bu isimlere mazhariyet farklı farklıdır. Bu mazhariyetin bir yansıması olan velayet mertebeleri de farklıdır. Bazı makamlarda, büyük şahsiyetlerin vazifelerinin özellikleri bulunur. Bu makamın bir bölümüne veya gölgesine girenler, kendilerini o makamların sahibi olan meşhur zatlar zannediyorlar. Kendini Hızır, Kutb-u Azam olarak hayal ediyorlar. Kendilerini öyle zannedenler; makam, mevki sevgisini arzulayan enaniyetleri işin içinde yoksa, mazur görülebilirler. Eğer makam sevgisinin arkasındaki enaniyet üstün gelirse, gururlarına mağlup olup, “…şükrü bırakıp fahre girse, fahirden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarik-i haktan sapar.” (Mektubat, s. 432)

Bu durumda en büyük tehlike, söz konusu kusurlu şahsın evliyayı da kendisi gibi görmeye başlamasıdır. Çünkü, nefis ne kadar gururlu olursa olsun kusurunu bilir. Dolayısıyla, büyükleri de kendisiyle kıyaslayıp hataya düşer. Hatta, enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*