Hristiyan kapısında muhacir olmak

“Hicran” kökünden gelen hicret; bir şeyi terk ederek bir başka şeye müteveccih olmak, daha çok bir yerden bir başka diyara ilticaya mecbur kalmak mânâsında kullanılır.
Hicret: Mekke’de Müslümanların gördükleri zulüm, işkence mallarının yağmalanması, fişlenmeleri ve dinlerini yaşamama noktasına geldikleri için önce Habeşistan’a ardından Medine’ye, selâmete göç etmeleridir ki, Rabbin emriyle gerçekleşmiştir: “Eziyet görüp hicret eden ve sabredip cihad edenin yardımcısı Rabbindir” (Nahl, 110)

Bir hadis-i şerifte, “Benden sonra fitneler, harpler, hicretler olur. O kadar yayılır ki fitnenin dokunmadığı Müslüman kalmaz. Bu kötü durum, Mehdi çıkıncaya kadar devam eder” buyurulmuştur. (Ebu Nuaym)

Hakikaten Asr-ı Saadet’ten bu güne nice tehcirler ne çok hicretler yaşandı ve hepsi hicran hikâyeleriyle dolu. Hemen hepsi de şu veya bu şekilde inancından, etnik kökeninden veya baskıcı rejimlerden, harb ve zulümden kaçış, selâmet bulacağı diyarlarda, garip kalma pahasına bir ilticadır. Gerçi son zamanlarda ekonomik sebeplerden de göçler yaşandığı bir hakikatsa da, yine hakça olmayan paylaşım başka bir zulmün ve adaletsizliğin tezahürdür.

Metruk bile olsa evinden yurdundan başka bir diyara icbar sebepler yokken kimse göç istemez. Büyük şehirlere ya da Avrupa’ya evlâdına/akrabasına misafir gelen bazı yaşlılarımız bir kaç günde bolluk ve rahat olmasına rağmen sıkılıp sade olan köyüne gitmeyi canla başla istedikleri çok vakidir.

Petrolün bulunmasıyla kapitalizm vampir gibi kan emicileri dünyaya musallat ederken, münbit bir alan olan İslâm dünyasının petrol kaynakları bir buçuk asırdır aç kurtların iştahını kabartıyordu. Önce Hilâfeti dağıtıp cetvelle parça parça devletlere ayırdılar. Sonra İslâm âleminin göbeğine ve göz bebeğine İsrail’i yerleştirdiler. Mezhep ve kavmiyetçiliği körükleyerek kardeşleri biribirine düşürdüler. (O gün bu gündür İslâm coğrafyasında rahat yok.)

Demokrasinin bir türlü yerleşmemesi ve İslâm’la bir araya gelmez bağnazlıyla tek adam rejimlerini kontrol altında tutmaya muvaffak oldular.

Demokratik bir Türkiye kalmıştı ki, 16 Nisan’la onu da Ortadoğu’ya benzettiler.

Zaten terör belâsı 50 senemize mal olurken şimdiye kadar (düşe kalka parlamenter sistemle) Ortadoğu’ya arabulucu rolünden en nihayet (Hilâfet sevdasıyla) bu defa o kınadığımız ateş çemberine düştük.

BU DERDİN DEF’İNE ÇARE BİR İLÂH

Yine de Hilâfetin varisi olan Türkiye, ateşin sınırlarımızda cereyan etmesi hasebiyle önce Halepçe Katliâmı’nda 500 bin Iraklı mülteciyi 8 senedir de Halep, Afrin, Rakka, son olarak da İdlip’in Cehenneme dönmesi sebebiyle belki 5-6 milyon Suriyeli’ye (içinde Afganlı, İranlı, Mısırlı’yı dahil ederek) ensar olduk.

Ekonomik kriz, malî dengeler alt üst olsa da Müslüman kardeşlerimize kucak açıp onlara Ensar olmak büyük bir âlîcenablık. Her ne kadar din kardeşliği zaviyesinden bakmayıp tek tük homurdanmalar ve Suriyelileri istemiyoruz sesleri gelse bile…

Ancak siyasî kart olarak mültecileri Yunan sınırına dayatmak ve onları bu kış günü Yunan inzibat görevlilerinin coplarına hedef tutmak ve aç susuz soğukta bekletmek değil Ensar ruhuna, insaniyet ruhuyla da izah edilecek bir yanı yok.

Dün Müslüman, putperest ve cahil Kureyş’in zulmünden (emr-i İlâhî ile) kaçıp Habeş yurduna, Necaşi’ye, Medine’ye ehl-i kitaba iltica etti. Onlarda bağrına bastı. Yine dün; Cengiz-Hülagû fitnesinden kaçış yaşandı. Ehl-i Beyt Emevî zulmünden yer yüzüne dağıldılar.

Bu gün ise Hilâfet iddiasında bulunduğumuz İslâm cografyasında ağabeylik rolü üstlenip, müstevlileri geldikleri yerlere göndermek varken maalesef taraf olduk.

Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.

Biz de şair Faik gibi diyelim;

“Derun-i derdimi Lokman’a gösterdim dedi eyvah. / Bu derdin def’ine çare hakikî bir İlah kaldı”

Ya Rab, karardı gecelerimiz ferec ver bize, Mehdi’nin (as) dünyayı adaletle dolduracağı ve Asr-ı Saadet esintileri getireceği günlerin intizarında, hasretinde bekletme bizi artık!..

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*