Hürriyet güneşi bir mûcize gibi doğdu

Ekseriyetini Arap ülkelerinin teşkil ettiği İslâm dünyasının bugünkü elim ve sancılı halini temâşa edince, elimizdeki–kusurlu da olsa–hürriyet ve demokrasi nimetinin kıymetini çok daha iyi anlıyoruz.

Görüldüğü gibi, istibdattan hürriyete, diktatörlükten demokratik nizama geçmek hiç de kolay olmuyor.
Kapalı rejimden açık rejime, keyfilikten adâlete, kayırmacılıktan hukukî şeffaflığa, şahıs hakimiyetinden kànun hakimiyetine, özetle vahşilikten insanî olana geçme, geçebilme dâvâsıdır bu.

Bu dâvâ çok ağır bedeller istiyor.
Bu nimetlere büyük külfetler mukabilinde sahip olunabiliyor.

Batı dünyası, demokrasiye geçişte büyük külfetler çekti, çok ağır faturalar ödedi. Kendi aralarındaki “Yüzyıllar Savaşı” ile iki Büyük Dünya Savaşı, temel insanî hak ve hürriyetler uğruna ödemiş oldukları bedellerin bâriz birer göstergesidir. (Mesafe aldılar. Ancak, halen de hayvanî yaşayıştan kurtulup tam insanî olana vâsıl olmuş değiller.)

Öte yandan, hürriyet ve demokrasi yolunda şiddetli sancılarla kıvranan Arap dünyasının şimdiki hal–i pürmelâli gözler önünde: İşte, kimi iç savaşın, kimi de bölünmenin eşiğine gelmiş durumda.

Hürriyet–meşrûtiyet şimendiferini karşılamada, ona güvenli yollar inşa etmede çok geç kaldılar, çoook…

Bugün on binlerce mâsum kanının heder edilmesi, bu yüzden… Libya’nın, Mısır’ın, Suriye’nin alacakaranlıktan bir türlü kurtulamaması, öncelikle bu sebepten…

Şüphesiz, yaşanan sancılı gelişmelerin derûnunda daha başka sebep, gerekçe ve bahaneler de var. Lâkin, Türkiye’de vaktiyle bu uğurda atmış bulunan üç büyük adımın (1876, 1908, 1946) bugün itibariyle bize kazandırdığı avantajlara bakıldığında, Arap âlemini sarsan kanlı boğuşmaların en mühim sebebinin, hürriyet ve demokrasi mücadelesinde çok, ama çok geç kalmış oldukları hususu âyân–beyân görülmüş olur.

Oysa, Türkiye, bütün Arap ülkeleri de dahil olmak üzere, dünya üzerinde ve insanlık tarihinde eşi–benzeri görülmedik üç aşamalı büyük istibdat devresini yaşadı.

1) Mutlakiyette hafif istibdat: 1908’e kadar.
2) Meşrûtiyette şiddetli istibdat: 1918’e kadar.
3) Cumhuriyette mutlak istibdat: 1946’ya kadar.

En ağırı, en şiddetlisi de, bilhassa 27 sene süren bu 3’üncüsü olan “eşedd–i zulüm ve istibdat” devresidir: Birinci devrede “hürriyet divanelik”le yâd olunurdu. İkinci devrede “hayata adâvet” edilirdi.

Üçüncü devrede ise, bilumum insan temel hak ve hürriyetleri ihlâl edildiği gibi, devlet kuvvetiyle hayat hakkı da, din–iman hakkı da ayaklar altına alınıp çiğnendi.

Üstelik, tamamıyla keyfî, küfrî ve cebrî metotlarla…

Bütün bu muzır mânilere rağmen, Türkiye, sâir İslâm ülkelerine nazaran demokraside daha ileri seviyede bir yerlere geldiyse, bunu yola daha erken çıkmasına ve bu uğurda yıllarca süren çileli bir hayatı tâlim etmesine borçludur.

Gelinen seviyeye ve kazanılan nimetlere bakıldığında ise, ödenen bedellerin yine de az ve ucuz düştüğü görülecektir.

Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “…Bahasına yüz sene verseydik, yine ucuzdu. Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyetin cevher–i nuranîsi tecellîye başladı.” (Münâzarat, s. 64)

Bediüzzaman, burada 1908 Temmuz’un da ilân edilen hürriyet ve meşrûtiyet nimetinin ehemmiyetini nazara veriyor.

Aradan geçen yüz yıllık zaman dilimi, Bediüzzaman’nın bu meselede ne derece haklı olduğunu ayrıca tebârüz ettiriyor.

Hürriyet uyanışa, dirilişe sebeptir

Said Nursî, meşrûtiyetle (1908) eş zamanlı olarak ilân edilen hürriyete hakkıyla sahip çıkmış, var gücüyle alkışlamış ve bunun harikulâde bir terekkiyata sebebiyet vereceğini haykırarak müjdelemiştir.

İşte, onun “ilân–ı hürriyetin üçüncü gününde irticalen söylediği ve sonra Selanik’te Hürriyet Meydanında tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutkunun bir sûreti:

“Ey hürriyet–i şer’î!
“Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir bedevîyi tabakàt–ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun.

“Sen olmasaydın, ben ve úmum millet zindan–ı esarette kalacaktık. Seni ömr–ü ebedî ile tebşîr ediyorum.

“Ya Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki, “Ölümden sonra dirìliş var” hakîkatinin küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor.

“Yeni hükûmet–i meşrûtamız mu’cize gibi doğdu. Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene (1878–1908) Ramazan–ı sükûtun sevabıdır ki; azapsız, cennet–i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmıştır.”

Bu uzun nutkun sonunda, elimizden kaçmaması için, hürriyetin yanlış tefsir edilmemesi ve ona hakkıyla sahip çıkılmasını isteyen Bediüzzaman, bütün vatan evlâtlarına şu ihtarda bulunuyor: “Ey ebna–i vatan! Hürriyeti sû–i tefsir etmeyiniz; ta elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. Zira, hürriyet, müraat–ı ahkâm ve adab–ı Şeriat ve ahlak–ı hasene ile tahakkuk eder ve neşv ü nema bulur.” (Tarihçe–i Hayat, S. 47)

Avrupa’dan gelen cereyanlar

O tarihlerde olduğu gibi, bugün de çıkıp hürriyetin, meşrûtiyetin ilânına muhalefet edenler var. Bu muhalif kesimin mütemadiyen kullanıp durduğu iki argüman var.

Birincisi: Bu değişim, Avrupa’nın tesiri, hatta dayatmasıyla yaşandı.
İkincisi: Sultan Abdülhamid’in devrilmesine ve mağlubiyetle neticelenen savaşlara sebebiyet verdi.
Hemen belirtelim ki, ikinci maddede ifade edilen fikriyat, mantığa da, tarihin gerçeğine de uymaz.

Zira, meşrutiyetle hiç alâkası olmayan daha evvelki devirlerde de padişahların tahttan indirildiği, hatta katledildiği defalarca vuku bulmuştur. Kezâ, saltanat değişikliği olmadığı halde, yine de mağlubiyeti netice veren savaşlar vaki olmuştur: Çeşme Bozgunu, Nizip Bozgunu, 93 Harbi gibi…

Meşrûtiyete (demokrasiye) muhalefet edenlerin diğer itirazına gelince…

Üstad Bediüzzaman, “Sünûhat” isimli eserinde (s. 64), “Avrupa’dan bize gelenler” meselesine dair gayet mâkul ve mukni şöyle bir tasnifte bulunur: “Avrupa’dan gelen cereyan, ya menfî veya müsbettir.”

Bu tasnifin altında yapmış olduğu geniş izahatta ise, müsbet ve menfi cereyanın nasıl anlaşılacağı ve bunlara karşı nasıl bir tavır kullanılması gerektiği hususunu dikkat nazarlarına verir.

Buradaki analizden özetle şu mânâları istihraç etmek mümkün: Avrupa’dan gelen her şey, hemen red edilmez ve ona karşı gelinmez. Zira, bunların bazısı müsbet, hatta vaktiyle onların pazarına gitmiş kendi öz malımız olabilir. O halde, şuna bakılmalı: Meydana gelen/getirilmek istenen harekât, öncelikle kimin hesabına geçiyor. Dahilin mi, yoksa haricin mi? Keza, dahilde bize fayda sağlayacak bir karşılığı var mı, yok mu?

Meseleye bu nokta–i nazardan bakıldığında, Avrupa’dan bize gelmiş gibi görünen hürriyet, meşrûtiyet, cumhuriyet gibi hareketlerin, hakikatte (nefsü’l–emirde zararlı olduğunu söylemek, abeslikten öte bir hamakat, en azından bir muhakeme noksanlığı olsa gerektir.

Yazımızı, hürriyet ve meşrûtiyet hakikatine Üstad Bediüzzaman’la aynı paralelde baktığını tesbit ettiğimiz Namık Kemâl’in meşhûr “Rüyâ” makalesindeki gafilleri ikaz edici birkaç cümlesiyle noktalayalım.

Batı’dan gelen her şeye muhalefet eden dahildeki muhakemesizleri uyandırmak için, tâ 130 yıl öncesinden şöyle nidâ edip sesleniyor, Namık Kemâl:

“Ey gaflet uykusuna yatanlar!
“Mârifet güneşi Mağrib’ten doğdu. Medeniyet–i kadîmenin sabah–ı kıyâmeti yetişip geliyor… Sânî–i Kudret, âsâr–ı rahmetini temâşâ için nazar vermiş. Siz, o hakîkat güneşini setr ediyorsunuz .

“Maarif, bütün esrâr–ı tabiatı fâş ediyor.
“Hâlâ mı uyuyacaksınız? Rûz–i Mahşer’de mi uyanacaksınız?”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*