Hürriyet yahut Rahman’ın atiyyesi

Hiçbir zorlama ve sınırlama olmaksızın istediği şeyi yapmanın ve istediği yere gitmenin paha biçilmez bir imkân olduğunu, -önemsiz bir olay dolayısıyla- göz altında bulundurulduğu birkaç günlük sürede anladı.

Serbest bırakıldığında evine giderken kendisini kuş gibi hissetmişti, sevincinden. Baskısız yaşamanın kıymetini ikinci defa, çok sevdiği halde her şeyine karışan ailesinden ayrıldığında fark etmişti, lisans üstü bir program dolayısıyla uzak bir şehre gittiğinde. Baba telkininden uzak olarak istediği saatte kalkıyor, istediği saatte yatıyor, istediği şekilde bir hayat yaşıyordu. Daha çok kendisi olduğunu düşünüyordu buradaki yaşayışında. Hayata bakışını daha bağımsız yapıyor, tercihlerini kendisi belirliyor, her türlü kararını kendi fikir ve anlayışı doğrultusunda kendisi alıyordu.

Kişinin kendisi olması ile hür yahut özgür olmak arasındaki bağ çok açıktı Fikri Bey’e göre. Hür olmayan yahut kendisini hür hissetmeyen kimseler zihin dünyalarını hatta kişiliklerini, bir bakıma başkalarına “tapulayarak” yaşamış oluyorlardı. Her defasında bunları düşündüğünde ve gördüğünde “ölürüm de böyle bir hayatı kabul edemem” diyordu…

Hürriyeti “hayat”, hürriyetin olmamasını adeta “ölüm” olarak görmek elbette Fikret Bey’e has değildi. Her insan kendi vicdanına kulak verdiğinde, iç dünyasında aynı mesajların yankılandığını kolaylıkla duyar. Her türlü esaret zincirlerini kırmak, her çeşit zorbalık ve baskıya karşı koymak için verilen sayısız mücadelelerle dolu olan insanlık tarihi bunun açık şahidi değil midir?

Hür ve özgür olmak, baskı ve zorbalığa karşı çıkmak, insanın en temel insanî özelliklerinden birisidir. Diğer bir ifadeyle hürriyet telkin ve tavsiye yahut eğitim ve öğretimle kazanılan bir “değer” değil, yaratılmamızla birlikte mayamıza katılan İlâhî bir “nimet”, İlâhî bir “atiyye”dir. Dolayısıyla hürriyetten söz etmek aslında yaratılıştan söz etmek, hürriyetin öne- mi ve değerine atıf yapmak, hilkatteki bir özelliğimize atıf yapmak demektir.

Felsefe, ahlâk, sosyoloji, hu- kuk ve teoloji gibi alanlarda farklı tanımlarla açıklanan hürriyet yahut özgürlük, temelde, “ferdin her türlü baskı ve zorlamadan uzak olarak iradesini istediği şekilde kullanabilmesi” şeklinde tanımlanabilir. Bu tanımda merkezi kavram “ira- de”dir. İradenin olduğu yerde hürriyet vardır, iradenin olmadığı yerde hürriyet yoktur. Eğer iradenin önünde bir kısıtlama söz konusu ise orada da tam bir hürriyet değil, sınırlı bir hürriyet var, demektir.

Farklı disiplinlere göre hürriyet tanımları ne kadar değişik olursa olsun, işaret edildiği gibi, ana bileşen “irade”dir. İrade ise doğrudan doğruya yaratılışa ait bir özelliktir. Dünyaya gelen her fert irade sahibi olarak doğmaktadır. İnsanı sorumlu kılan da budur. Akıl ve iradesi olmayan insanlar sorumlu değildir.

İmtihan için bize verilen negatif özelliklerimiz dışında, bizdeki bütün özellikler Yara- tıcımıza ait olan, O’ndan kaynaklanan ve O’nun esmasına delâlet eden nitelikler olduğundan “irade etme” özelliğimiz de O’ndandır ve O’nun “mürîd” yani “irade edici” ismini göstermektedir.

Kur’ân’ da belirttiği üzere “O dilediğini yapandır” (Bakara, 2/255), “dilediği gibi hükmedendir” (Maide 5/1).

İşte hürriyet gibi çok önemli insanî özelliğimizi “büyük insaniyet olan İslâmiyet” geliştirmeye tabi tutarken, önce bunu kaynağına bağlayarak temellendirir, sonra da insan gerçekliğine uygun ölçüler dahilinde hayatın her alanına yansıtır. Meselâ, en önemli alan olan iman konusunu tamamıyla fertlerin hür iradesine bırakır. Nitekim bu konuda bir âyette, “Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” (Kehf, 18/ 29), başka bir âyette de “Dinde zorlama yoktur, gerçek olan (rüşd) gerçek olmayandan (ğayy) ayrılmıştır…” (Bakara 2/256) buy- ruluyor.

Diğer taraftan İslâm, hürriyeti insanın kendi gerçekliğine uygun bir şekilde ortaya koyar. Meselâ, bazı çevrelerde hürriyet, “bir insanın, diğer fertlerin haklarına zarar vermemek şartıyla dilediği şekilde yaşayabilmesi” şeklinde tanımlanırken İslâm buna karşı çıkar. Üstad Bediüzzaman Said Nursî buradaki İslâmî yaklaşımı, “hürriyetin şe’ni odur ki ne nefsine ne gayrıya zararı dokunmasın” diye ifade eder. Zira İslâm’a göre kişinin kendisi de İlâhî bir emanet olup bu emanetin korunması icap eder.

Hürriyetin zıddı esaret ve köleliktir. İslâmiyet kişinin başta nefsine olmak üzere hiç kimseye ve hiçbir şeye esir ve köle olmamasını, yalnız Allah’a kul olmasını emreder! Resulullah (asm) bir hadisinde şöyle buyurur: “Yazıklar olsun, altına, gümüşe ve lükse kul olan kim- seye.” (Buhari, “Cihâd”, 70)

Sonuç olarak İslâm her çeşit esarete, baskıya, zorbalığa ve istibdada karşı çıkarak hürriyet duygumuzu kendi insanî gerçekliğimize uygun şekilde inşa etmemizi sağladığı gibi -bu yazıda işaret etmemiş olmakla birlikte-, bu prensipleri sosyal ve siyasî hayatımıza taşıyarak dinamik ve demokrat bir kimliğe ulaşmamıza da teşvikte bulunur.

Hüseyin Şahinoğlu

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*