İbrahim Güneş Ağabey bir güneş gibiydi…

O güneş gibi hem kendisini hem başkasını Risale-i Nur’la aydınlatırdı. Her tavrıyla babacandı. Şefkatli, merhametli, bir Nur Talebesiydi. Bir samimiyet abidesiydi.

1980’den önceki yıllarda Diyarbakır’da Nurcular, MTTB’ciler ve Türkeşçiler hâkimdi. Kürtçüler, solcular yok denecek kadar azdı ve bu devrede yatılı öğretmen okulunda Türkeşçiler hâkimdi. Onlar maalesef okuldaki Nur Talebelerine zulüm ediyorlardı. Türkeşçiler geceleri Nurcuları ve çok az sayıdaki solcuları rahatsız ediyorlardı. Yatılı okulda kurdukları işkence odalarında işkence ederlerdi. Şimdiki Bakan Hüseyin Çelik de okulda yatılı okuyordu. Onların bu işkence odalarını çok iyi bilir. Bir gün Hüseyin Çelik’e “Türkeşçilerin bu işkence odalarında neler var?” dedik. Şöyle anlattı: “Meselâ bir odadaki duvara sivri uçları dışarda ters çakılmış çiviler vardı. Türkeşçilerin marifetiyle yapılan bu odalarda biz ve solcuların kafalarını çivilere vurarak zulmederlerdi.” Yatılı okulda 15 kişi kadar Nur Talebelerine zarar gelmesin diye bazı tedbirler düşünüyorduk ki İbrahim Ağabey birden hızır gibi o ürküten kalın kaşlarıyla heybetli bir şekilde Yeni Asya bürosunda göründü. Ve şu teklifi yaptı: Biz gece dersten sonra 50-60 kişi vurmadan, kırmadan, dökmeden “Müsbet bir hareketle o okulun uzunca duvarında sıra halinde duralım ve 15 kişilik grubu çağıralım, böylece Türkeşçiler zannetsin ki bunlar yalnız kimseler değil. Bizim 4-5 katımız kadar varlar.” diye düşünüp zulümden vazgeçsinler. Evet İbrahim Ağabeyin kabul gördüğü bu fikriyle müsbet hareketin neticesi görüldü, 15 kişi rahatlıkla okudu.

Biz İbrahim Ağabeyi, araba bulamadığı için atla 180 km’lik yolu kat ederek Üstadın cenaze namazına giden adam diye tanıyorduk. O Risale-i Nur’da fani olmuştu. Bir gün Diyarbakır’a geldiğinde ona “Ağabey, sen ilçemiz Çermik’te öğrencilerine sadece Kur’ân mı öğretiyorsun?” deyince, o “Hayır” dedi. “Ders verdiğim her öğrencime küçük Risale kitapları verirdim. Onları okuyup okumadıklarını kontrol ederdim. Şevkle çalışırdım. Kur’ân öğrettiğim çocukların babalarına Risale alıp öğrencilerime dağıtmalarını tavsiye ederdim. Onlar da seve seve kabul ederlerdi.”

Bazen Çermik’e gittiğimizde onu hep vazife başında görürdük. Çok cevvaldi. Şevkle çalışıyordu. Daima “Bu resmî vazifeyi Kur’ân-İman hizmetine vesile yapmaya çalışıyorum” derdi.

Bir gün Diyarbakır’da onu Melik Ahmet Caddesi’nde, kan ter içinde yürürken adeta koşarken gördüm. “Oğlum Abdülhamid’i görmeye geldim. Durumu nasıl? Derslere devam ediyor mu? Bu gece rüyamda onu gördüm” dedi. Ona “Ağabey, çoğu rüyaların hayalâta karşı kapıları açıktır. Ve bazen görülen rüyaların aksi çıkar. Endişelenmeyin. Abdülhamid çok iyidir. Arkadaşlarını derse getiriyor, merak etmeyin” dedim.

Kızdığı sırada o heybetli insan o kalın gür kaşlı ürkütücü adam, bazen yumuşayıp yerini adeta bir meleğe terk ederdi. Oğlu Abdülhamid’in durumunu iyi görünce, şefkatli bir Nur abidesine dönüştü, keyfine diyecek yoktu. Birdenbire “Haydi sana bir Melik Ahmet kebabı” dedi. Kolumdan tuttu, bırakmadı. Beni sanki bin adam tutmuş gibiydi. Kurtulmak mümkün değildi.

Bir gün, bir ihtilâl döneminde 1980’de dağa taşa korku sinmişti. Diyarbakır’da bir sağdan bir soldan adam toplanıyordu. Diyarbakır hapishanesinde inanılmaz derecede insanlık dışı, hayvanlık dışı muâmeleler yapılıyordu. Şimdiki PKK o hapislerin neticesidir deniliyor. İşte öyle darbeli bir günde Çermik’e İbrahim Ağabey’e telefon edelim dedik. Cep telefonları yoktu, postaneden aradık. “Durum nasıl?” dedik. “Kur’ân kursları kapatıldı. Ne yapıyorsunuz?” Şunları söyledi hiçbir şey olmamış gibi: “Biz kursları evimize taşıdık. Evimiz dershaneydi. Şimdi hem dershane, hem kurshane oldu.”

Onun vefatını duyunca bu kahramanca söylenen sözler birden kulağımda yankılandı… Ey sevgili İbrahim Ağabey, çocukların, bu iman Kur’ân hizmetini senin yerine de inşaallah devam ettirecektir. Hiç merak etmeyiniz…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*