İlim ve kalbin önündeki engel

İNSANIN işlemiş olduğu günahlar daha ahirete gitmeden bu dünyada huzursuzluklara, mutsuzluğa ve mânevî hastalanmaya sebep olmaktadır. Günahların neticesinde oluşan mânevî hastalıklara yakalanmak, günahların bu dünyadaki cezalarıdır.

Risâle-i Nur müellifine şu soru sorulur: “Neden Risâle-i Nurlar bu kadar aleyhinde propaganda yapılmasına rağmen rağbet edilen ve okunan eserlerdendir?”

Bu soruya Bediüzzaman, İman ve Küfür Muvazeneleri adlı eserinde cevaben—özetle—şöyle demektedir:

Bu zamanda iki dehşetli hâl vardır. Birincisi, İbrahim Sûresi 3. âyette geçtiği üzere, “Onlar dünya hayatını ahirete seve seve tercih ederler” âyetiyle, bu zamanın insanı, akıbeti görmeyen kör hissiyât neticesinde anlık, küçük ve hatta menhus lezzetlerin peşine düşüp, ilerideki cennet gibi bâkî ve elemsiz lezzetlerin mekânını hesaba almazlar. Ve tercihlerini anlık lezzetlerde kullanırlar. Böyle davranan bu asır insanlarına cennet ve cehennemin varlığını ispat yetmeyecektir. Çünkü bu kör hissiyâtı ile cennet de cehennem de çok uzaktır. “Cenâb-ı Hak Gafururrahîm” diyerek sefahetine devam edecektir. Oysa Risâle-i Nur eserleri, insanın bu kör hissiyatını terbiye nevinden daha ahirete gitmeden cennetin lezzetlerini ve cehennemin azabını bu dünyada ispat mesleğinden gittiği için tesiratı bu kadar azim olmaktadır.

Bu konunun hemen arkasında, hemen hemen herkesin aklına gelebilecek şu sorunun cevabı verilir: “Ehl-i iman olduğumuz halde, cennetî lezzeti bu dünyada yaşayamıyoruz. Üstelik ehl-i küfrün de bu dünyada cehennemî bir hâli yaşadığına çok şahit olamıyoruz. Çünkü küfürde bir lezzet yok. Küfür karanlığında olanların intihar etmesi gerekir. Fakat öyle görülmüyor.” Buna cevaben Bediüzzaman özetle şöyle der: Ehl-i küfür ve dalâlet bu fırtınalı zamanda hissi iptal eden ve beşerin nazarını afaka dağıtan ve boğan cereyanlara tutuldukları için sersemlemişlerdir. Bu hâlden dolayı manevî azabı tam hissedememektedirler. Ehl-i imanın cennetî lezzeti hissedememesinin sebebi ise, gaflette olmalarıdır.

İşte bu noktadan yola çıkarsak, gaflet hâli, insanın günahları kolayca işleyebildiği, aklın ve kalbin vazifesinin ihmâl edildiği anlardır. Gafleti dağıtacak şey ise, ilim ve zikirdir. Fakat işlenen ve tövbe edilmeyen günahlar, kafalara bir çok şüphe ve vesveseler attığı gibi, kalbi de, zikirden nefretkârâne uzaklaştırmaktadır. Dolayısıyla işlenen günahların en önemli vahim neticelerinden birisi, insanı ilimden mahrum bırakmasıdır.

İlim, Allah’ın kalbe attığı bir nurdur. Günahlar ise bu nuru söndürmektedir. Elbette burada kastedilen, insanın mahiyetini ve kâinatın sırlarını keşfe yönelik ilimdir. Enaniyetin karanlığında kalıp, kafa fenerleri ile ilerleyenlerinki ilim değil, cehildir.

İlim öğrenmekten maksat, bilginin beşere bir mürşid ve rehber olmasıyla beraber insanı kemâlâta taşımasıdır. Dolayısıyla insanı ulvî hedeflere taşımayan ilimler, zihin hamallığından başka bir şey değildir. Ayrıca insanın kıymeti, tahsil ettiği ilmin muhtevasına ve kişinin himmetine göre değişir.

İnsandan başka diğer canlı türlerinin amacı yaratılışlarında belirlenmişken, insanda amacı belirleme işi kendine bırakılmıştır. İşte insanın kıymeti, amacının, gayretinin büyüklüğü ve ulvîliği ile doğru orantılıdır. Kişinin amacı kendi nefsine hizmet ise, böyle insan birçok bilgi sahibi de olsa, yanlışlardan kurtulamayacaktır.

Günahların mahrum ettiği ilim, insanı Yaratıcıya götüren ilimdir. Hakikat mesleği ile uğraşan birçok insan hayatında şunu fark etmiştir: Günahlara maruz kaldığı zaman okuduğu kitaplardaki keşiflerinde ve feyizlerinde ciddî bir azalma görülmektedir. Bundan başka ihlâsı ve şevkini kaybetmeye başlamaktadır. Böyle durumlarda okumanın gerektiğini bildiği halde, okuyamadığı zamanlarda, ibadet etmenin faziletini bildiği halde yapamadığı hallerde, manevî hayatındaki günah kaçaklarına bir bakmak gerekecektir.

Günahların bir başka etkisi ise, kişinin kalbinde kendisi ile Rabbi arasında kıyas edilmeyecek kadar büyük soğukluk ve yalnızlık hislerinin büyümesidir. Dünyanın bütün lezzetleri toplansa bile kişinin bu yalnızlığını ve soğukluğunu gideremez. Elbette bunu her kalp de hissetmez. Kalplerinde hayat olanlar ancak hisseder. Çünkü kalbi iman ile hayatlanmayanlar mânen ölüdürler. Ölüler ise hiçbir acı çekmezler. Bu yüzden insanın bildiği halde yapamadığı ve bundan da ıztırap duyma hâli aslında kalbinin daha hayattar olduğuna işarettir.

Günahlar sebebiyle önce Allah ile arasına soğukluk giren kimse, daha sonra başka insanlarla, özellikle sâlih kimselerle, ona Allah’ı hatırlatan her şeyden uzaklaşmaya ve soğumaya başlar. Bu soğukluk o kadar artar ki, sonunda kişi kendisini kendisine yabancı görmeye başlar. En sevdiklerinden dahi uzaklaşır ve soğukluk görür.

Ebû Hureyre (ra) şöyle der: “Ben Allah’a karşı bir günah işlediğimde, onun etkisini hanımımın davranışlarından hissediyorum.”

Günahların etkisi, hiç şüphesiz birçoktur. Fakat tesbit ettiğimiz bu iki nokta, insanı helâkete çektiği için çok önemlidir. İnsanın hem dünya, hem ahiret hayatını bozan bir durumdur. Bunlardan başka günahlar, rızıkta bereketsizliğe de sebep olur. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde, “Takva rızkı celbettiği gibi, takvayı terk de fakirliği celbeder. Rızkı çekmede, günahları terk etmekten daha etkin bir şey yoktur” buyurmuşlardır.

Ayrıca günahlar sebebiyle insanın yaptığı işler, ona zor gelmeye başlar. Hangi işi yapmaya kalksa, ona kapılar kapanabilir. Çünkü her kim Allah’tan sakınırsa, Allah işlerini ona kolaylaştırır denilmektedir.

Hâsılı, günahlar hem bedeni, hem kalbi, hem rızkı, hem de aklı zayıflatmakta ve engellemektedir. Günahların bedeni zayıflatması, kalbin zayıflamasından kaynaklanır. Çünkü mü’minlerin gücü kalbindendir. Kalp güçlendiği oranda beden güçlenir. Bu biyolojik olarak da, mânevî olarak da böyledir. Günahkâr bir insanın bedeni gücü olsa da ihtiyaç halinde onun gücü son derece zayıftır. Ona en ihtiyaç duyduğu zaman kendisine ihanet eder. Münafık yapıda olan insanlar buna örnektir. Onlar hiçbir zaman cesaret göstermezler. İşleri hep iki yüzlülüktür. Tarihte de bunun örnekleri çoktur. Çok güçlü, ama imansız olan ordulara karşı, az, fakat imanlı orduların galebe etmesi buna bir misaldir. O halde, Bediüzzaman’ın tesbitiyle, bir lokma, bir bakma, bir öpmede batma anlamında olan günahlardan şiddetle çekinmek gerekecektir. Gafleti dağıttığımız ve manevî hastalıklardan kurtulduğumuz ölçüde imanın cennetî lezzetini daha bu dünyada hissedeceğiz. Hissettikçe daha çok bağlanıp kemâlât merdivenlerini çıkacağız.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*