İmansız İslâmiyet, İslâmiyetsiz iman

İman ve İslâmiyet, etle tırnak, ruhla beden, akıl ile idrak gibi beraberdir.

Biri birisiz olmaz. Olsa da hiçbir anlam ve değer ifade etmez. Ama sosyal hayatımıza baktığımız zaman, bazı insanların iman ile İslâmiyeti ayrı değerlendirdiklerini görüyoruz. “Müslümanım” demeyi yeterli görüp, mü’min olmaya gerek olmadığını düşünen çok sayıda insanla karşılaşıyoruz.

Namaz kılmayan ehl-i imanın ve inanmayan ehl-i İslâmın varlığı, zamanımızın garipliklerinden birisidir. Dine yapılan bir hücum karşısında iman esaslarını müdafaa eden ve imansızlığı asla kabul etmeyen mü’minin namaz hususunda hiç de duyarlı olmadığına, hatta namazı önemsiz bir şey gibi gördüğüne şahit oluyoruz. Böyle insanlara ibadetlerde gösterdikleri tembellik ve ihmalleri hatırlattığınız zaman, “Elhamdülillah imanım var, benim kalbim temiz, sen benim şurama bak” diyerek göğsünü yumruklayan insanlar görüyoruz. Halkının yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede, namaz kılanların oranına baktığımız zaman sanki iman ile İslâmiyetin ayrıştırıldığını görüyoruz.

Amerikan araştırma şirketi Pew, İslam dünyası üzerinde kapsamlı bir araştırma ve anket yapıyor. Anket sonucunda ilginç sonuçlara ulaşılıyor. Dünyada 1.6 milyar müslümanın yüzde 67’sinin yaşadığı 39 ülkede Müslümanların dine bakış açıları inceleniyor. Türkiye’de 1500 denek üzerinde yapılan ve hata payı artı eksi yüzde 5,8 olarak verilen araştırmada şu sonuçlar alınıyor: Türk halkının yüzde 99’u, Müslüman olduğunu söylüyor. Günde beş vakit namaz kıldığını söyleyenlerin oranı ise yüzde 27 civarında. Her hafta Cuma namazına gidenlerin oranı yüzde 25’te kalıyormuş. Yüzde 72’si de evinin duvarında Kur’ân âyeti ve duâ yazılı tablolar bulunduruyormuş.

Bu verilere göre ve çevremizde yaptığımız gözlemlerin ışığında, sanki iman ile İslâmiyetin uyum içinde olmadığını görüyoruz. Yüzde 99’u Müslüman olduğunu söylüyor ama, namaz kılanların oranı yüzde 25’te kalıyor. O zaman, yüzde 75 oranında namaz kılmayan Müslüman var demektir.

Namaz dinin direği olduğuna göre, yüzde 75’lik bir kesimin imanı, böyle bir “direk”ten mahrum bulunuyor. Yani kalpteki imanın hayattaki tezahürü ortaya çıkmıyor. İşin acı tarafı da, kalbinde imanı olan insanların, ibadetteki ihmalleri onları fazla rahatsız etmiyor. Sanki iman başka, ibadet başka gibi düşünüyorlar. İnanmanın yeterli olduğunu, oruç, namaz, hac gibi ibadetlerin o kadar da önemli olmadığını ifade ediyorlar. Bir diğer kesim de, Kur’ân hükümlerine şiddetle taraftar oluyor, İslâmiyetin getirdiği güzelliklere sahip çıkıyor, hayatlarında İslam’ın hakikatlerini hakkıyla yaşamaya çalışıyorlar; temizlik, dürüstlük, doğruluk, adalet, şefkat, merhamet gibi İslâmiyetin malı olan her şeye sahip çıkıyorlar. Ama imanları ya noksan veya hiç bulunmuyor. Tevhid ve Nübüvvet gibi esaslara kalplerinde yer vermiyorlar. Ama hayat tarzları tam bir Müslüman özellikleri taşıyor.

Mehmed Âkif Ersoy, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Avrupa’ya bir seyahat yapar. Dönüşünde “Avrupa’yı nasıl buldunuz?” diye sorarlar. Şu cevabı verir: “İşleri var, bizim dinimiz gibi; dinleri var, bizim işimiz gibi”.

İnsanlığın medeniyet seviyesinin yükselmesinde emekleri geçen büyük kâşifler ve mûcitler vardır. Onların insanlığa yapmış oldukları hizmetlerden dolayı cenneti hak edeceklerini düşünenler bile çıkmaktadır. Çünkü çok çalışmışlar, ilim elde etmişler, bu ilimlerini de yeni icatlarla insanların hizmetine sunmuşlardır. Bu davranışları Müslümanca’dır. Ama Allah’ın varlığına, birliğine ve Hz. Muhammed’in (asm) Allah’ı kulu ve Resûlü olduğuna iman etmeyen bir insanın da cennete girmesi mümkün değildir. Zirâ Cennetin sahibini tanımayanın, Cennetten istifade etmeye hakkı yoktur.

İnsanlığa büyük hizmetlerde bulunanlara zaten insanlar yeteri kadar değer vermişler, onları ölümlerinden sonra bile takdirle anarak hizmetlerinin bedelini ödemişlerdir. Halka hizmet ettikleri için halkın teveccühleri ile ücretlerini almışlardır. Hakk’a bir hizmetleri ve hürmetleri olmadığı için, Hakk’tan bir ücret beklemeye hakları yoktur.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri, bu konuya açıklık getiren önemli tespitlerdir: “İmansız İslâmiyet sebeb-i necat (kurtuluş sebebi) olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat (kurtuluş vasıtası) olamaz”.

Bir insan âdil, dürüst çalışkan, temiz, yardımseverlik ve hakşinaslık gibi Müslümanlığa ait sıfatları taşıyor olabilir. Kur’ân’a ve Müslümanlara da muhabbet besleyip tarafgirlik gösterebilir. Ama bu sıfatları onun mü’min olduğunu göstermeye kâfi gelmez. Bir insanın sıfatları Müslüman olsa da, kendisi dinsiz olabilir. Bunun tam tersi de mümkündür. Kalbinde imanı olan bir insanın hayatında Müslümanlık işaretleri yoksa, onun da kurtuluşa ereceğini söylemek mümkün değildir.

Dinî meselelerin hallinde Bediüzzaman Hazretleri söz sahibi olduğu için, bu konuda da kendisine kulak verelim: “Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; ‘dinsiz bir Müslüman’ denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; ‘gayr-ı müslim bir mü’min’ tabirine mazhar oluyorlar.
“Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?       

“Elcevap: İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz İmân da medar-ı necat olamaz.” (Mektubat, 9. Mektub)

Ne İslamiyetsiz iman, ne de imansız İslâmiyetin insanı kurtarması mümkün değildir. Zira iman ve İslâm, ayrılık kabul etmez. İman ruh ise, İslâmiyet cesettir. İman tasdik ise, İslâmiyet teslimdir. İman akaiddir, İslâmiyet şeriattır. İnsanın kalbinde iman varsa, hayatında da İslâm olmalıdır.

İmanın şartlarını kabul ettiği halde şeriata karşı olan Müslümanların kulakları çınlasın!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*