İmtihanımız devam ediyor

İmtihanımız devam ediyor… Hem de ara vermeden, şiddetlenerek…

Belki de farkında olmadan her gün sırat köprüsünden geçiyoruz. Bu köprüyü geçip geçmediğimizi de çoğu zaman bilemiyoruz. Ama şurası değişmez bir gerçek ki, her gün sıratı ya salimen geçiyoruz veya tökezliyoruz, ayağımız kayıyor, düşecek gibi oluyoruz; hatta düşüyoruz, ama haberimiz olmuyor.

Dehşetli, korkunç, tehlikeli bir asrın insanlarıyız. Günahlar, haramlar bizi ablukaya almış. Acımasız, öldürücü taarruzlara maruzuz. Sert fırtınaların, haşin kasırgaların saldırılarına karşı dayanmaya, ayakta durmaya çalışıyoruz. Bir yerlere savrulmadan, kaybolmamak için bir yerlere tutunmaya çalışıyoruz. İşimiz hiç de kolay değil. İnce, uzun bir yoldayız. Hedefimize varmak için, seçtiğimiz yol da dik yamaçlardan, sarp kayalıklardan geçiyor. Daha da ötesi, yolun bazı bilemediğimiz yerlerine mayın döşemişler; eşkıyalar da her an yolumuzu kesebilirler.

Bir asır önceden Bediüzzaman; “insafsızca eleklerden geçiriliyorsunuz” ikazında bulunmuş. Tehlikenin ciddiyetine ve önemine dikkatlerimizi çekmiş. “Bir yerde kırk vefiyattan, ancak birkaç kişinin imanla kabre girdiğini; diğerlerinin bu imtihanı kaybettiklerini” haber veren Bediüzzaman’ın bu acı ve ürpertici haberi de şimdiye kadar bize bu imtihanın ciddiyetini ve zorluğunu anlamamıza yetmeliydi.

Zübeyir Ağabeyin “Diğer ehl-i dinin bir imtihanı varsa, bizim iki imtihanımız var. Sâir Müslümanların imtihanına ilâveten, bizim bir de Risale-i Nur’daki hak ve hakikatları öğrenme ve yaşama mükellefiyeti gibi önemli bir imtihanımız var” sözünü hatırlayalım. Evet Nur’un Talebeleri olarak bu noktada hiçbir mazeretimiz olamaz, olmamalı. Bediüzzaman’ın mesleğini, meşrebini önce öğrenme, sonra nefsimizde hayata geçirme, daha sonra da olduğu gibi yansıtma ile sorumlu olan insanların elbette imtihanları çetin, sorumlulukları çok, omuzlarındaki yük ağırdır. Ahir ömre kadar bu ağır yükü, bu önemli sorumluluğu yerine getirmekle vazifeli olan hadimler her türlü zahmeti peşinen kabullenmeyi göze almalılar.

İmtihanımız devam ediyor. Ara vermeden, şiddetlenerek… “Su uyur, düşman uyumaz” misâli ifsat komiteleri, karanlık güçler hiç ara vermeden iş başındalar. Onlar tatil yapmazlar. Meslekleri ifsattır, bozmaktır. Onlar bizi bilir, biz de onları çok iyi tanırız. Onların işi ifsat edip, bozmak ise; bizim vazifemiz de tamir ve tahkim etmektir. Onların mesleği bozgunculuk, ifsat etmek ise, bizim şiârımız ve mesleğimiz kardeşliği ve tesanüdü canlı tutarak karşı durmaktır. Onların işi suret-i haktan görünüp, senaryolar üretip, tuzak kurmak ise, bizim mesleğimiz ve işimiz sebat edip, basiret gösterip, tesanüdü sağlayıp, onların şeytânî planlarını ve tuzaklarını boşa çıkarmaktır.

Geçmişte bize olan düşmanlıklarını, ihanetlerini gizlemeden, açıktan yapıyorlardı. Hücum ve saldırıları aleniydi, aşikâre idi. Hiçbir gizliliğe gerek görmeden tahkirlerini, tazyiklerini, işkencelerini açıktan, pervasızca yapıyorlardı. Dolayısıyla Bediüzzaman’a talebe olmak, peşinen, gönüllü olarak sürgünleri, hapisleri, zindanları kabullenmek anlamına geliyordu. Ama bütün bu riskleri, bu tehlikeleri göze almakta tereddüt etmeyen başta Bediüzzaman ve talebeleri şantajlara, tehditlere, hapislere, zindanlara aldırmadan, cesaretle, metanetle yollarına devam ettiler ve iman ve Kur’ân hizmetinde tarihlere geçecek destanlar yazdılar. Tek parti döneminin bütün dayatmalarının, despotluklarının hükümferma olduğu bir dönemde altı bin sayfalık Nur Külliyatının vücuda getirilmesi tek başına Bediüzzaman ve talebelerinin o karanlık devirde ortaya koydukları hizmetlerin azametini herhalde göstermeye kâfidir.
Şimdi uzunca bir zamandır Nur Talebelerine yönelik, doğrudan Nur Talebelerini hedef alan tehditler, şantajlar yok elhamdülillah. Şikâyetler, mahkemeler, hapisler kalmadı. Artık isteyen herkes serbestçe Risâleleri alıp okuyabiliyor. Bizler de lüks denebilecek mekânlarda derslerimizi yapabiliyoruz. Özel hayatımız da deyim yerinde ise gayet rahat ve lüks sayılabilir. Zahiren hayırlı gibi görünen bu tabloya, bir de ‘dindar’ diye bilinen siyasîlerin milleti idare ediyor olmaları da eklenince Müslümanlar olarak bundan iyisi can sağlığı demekten kendimizi alamıyoruz!
Peki bu manzaraya bakıp da “cennet âsâ bir bahara” kavuştuğumuza hükmedebilir miyiz? Ferec ve fütuhatın gerçekleştiğini, fecr-i sadıkın artık doğduğunu söyleyebilir miyiz? Kısaca artık zafere kavuştuk, vazifemiz bitti, imtihanımızı başarıyla tamamladık diyebilir miyiz?
Bu ve benzeri suallerin cevabı “evet” ise, toplumun yaşamakta olduğu ahlâkî aşınmaya ne diyeceğiz? Bilhassa gençlerimizi, çucuklarımızı ablukaya alan içki, uyuşturucu, kumar illetlerini ne ile izah edeceğiz? Artarak devam eden aile kavgaları ve boşanmalar neyin işareti? Sınır tanımayan müstehcenliklerin beraberinde getirdiği gayr-ı meşrû ilişkiler nelerden haber veriyor dersiniz?
Bence zahirî manzaralara, yalancı baharlara aldanmaya gerek yok. İmtihanımız bütün şiddetiyle devam ediyor. Bütün gayretimizle, ciddiyetimizle, himmetimizle ara vermeden hizmetlerimize devam edelim diyorum.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*