İnsan var, insan var

İnsan, kâinatta zerre kadar bile bir yere sahip değilken, kâinata denk bir varlık olarak yaratılmıştır. Zira Kâinatın Hâlık’ı, kâinatı insan denen bir bedene sığdırmış, insanı küçük bir kâinat olarak yaratmıştır. Fıtratına yerleştirdiği istidat çekirdeğine bir sınır koymamış, hem müsbete, hem menfîye doğru yollarını açmıştır. Aklın eline cüz’i irade gibi bir ölçü vererek, tercih hakkını da insana bırakmıştır. Her insanın tercihi farklı olduğundan, kâinat içinde insan sayısı kadar ayrı kâinatlar ortaya çıkmıştır.

Evet, insan var, insan var. Bir çam ağacının çekirdekten dağ cesametindeki ağaç haline kadar çeşitli mertebeleri olduğu gibi, insanın da Ebu Cehil derekesinden Hazreti Ebubekir derecesine kadar mertebeleri vardır.

İnsan var, toprak altındaki çekirdek gibi, istidat lisanıyla Sahibinden medet ister, duâ ve ubudiyette bulunur, hayrı ve hasenatı talep eder, kemal bulur. Tuba-yı cennet misali bir ağaç olur. İnsan var, istidat çekirdeğini kötü huyları, bozuk seciyeleri ile bozar, böylece zararlı maddeleri celp ederek bütün istidatlarını çürütür, cehenneme lâyık bir hal alır.

İnsan var, sadece Allah’a kul olur, yalnız O’na ibadet eder, sadece O’ndan yardım ister, bütün mahlûkat üstünde bir mevki kazanır; insan var, Allah’a kul olmaktan çekinir, zelil mahlûkatın kölesi olur.

İnsan var, enaniyetine biner, gözünü dünyaya diker, hep menfaatine bakar. İnsan var, ubudiyetini kabul eder, yüzünü ebede çevirir, Ebed Sultanı’nın rızasını talep eder.

İnsan var, sen ağlarsın onun gözünden yaş gelir; insan var, zemin ve gök ağlasa onun umurunda değildir.

İnsan var, sûreta insandır, ama bir “hayvan-ı natık”tır, insan var, serapa insandır, bir eşref-i mahlûk” tur.

Cenâb-ı Hak insanı antika bir san’at eseri, bütün isimlerinin cilvesine bir ayna, bütün nakış ve ziynetlerinin bir sergisi ve kâinatın da küçük bir modeli olarak yaratmıştır. Her insan bu özellikleri taşır, ama her insan üzerinde bu nakışlar okunmaz, bu isimler görülmez.

Sinesindeki imanın nuru ile simasındaki Cenâb-ı Hakk’a ait nakışları gösteren, isimleri okutturan insan da insandır, Allah ile olan irtibatını kestiği için kalbi karanlığa gömülen ve üzerinde taşıdığı bütün isim ve sıfatların görünmesine engel olan insan da insan sınıfından sayılır.

“İnsan nur-u iman ile âlây-ı illiyyine çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfiline düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer.” (İman Küfür Muvazeneleri, s. 111)

Demek ki insan var, yücelerin yücesine çıkar, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetli san’atlarına tefekkür gözüyle bakar; insan var, alçakların alçağına iner, en zelil hayvandan daha aşağılara düşer. Bu iniş ve çıkışlarda istikametini de cüz’i iradesi ile kendisi tayin eder.

Bediüzzaman Hazretleri, “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyleyse, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duâdır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder” diyor. O halde, insanın da insan olmaya ihtiyacı vardır. Bunun için de iman ve duâ ile insan hakikî insan olduğunu göstermesi gerekir. Kalbinde iman olmadığı için ruhunda derman olmayan, gök gürlediğinde ödü patlayan, şimşek çaktığında kaçacak delik arayan, bir mikrobun musallat olmasından endişe eden, en âdi ve âciz mahlûklardan titreyen zelil bir insan da insandır; hakikî imanın verdiği itminan ile kâinata meydan okuyan, küre-i arz bomba olup patlasa zerre kadar endişe etmeyen, halife-i arz ünvanı ile bir sultan olan insan da insandır.

“Evet ey insan! Sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücud ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. Diğeri; tahrib, adem, şer, nefy, infial cihetidir. Birinci cihet îtibariyle; arıdan, serçeden aşağı.. sinekten, örümcekten daha zaîfsin. İkinci cihet îtibariyle; dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhâr-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın.” (İman Küfür Muvazeneleri, s. 126)

Demek ki insan var, icadıyla, vücuduyla, hayır ve hasenatıyla, müsbet bir yolda gider; insan vardır tahrip, adem ve fenalık cihetiyle menfi bir yolu takip eder. İnsan var, arıdan, serçeden, sinekten, örümcekten daha zayıftır; insan var, dağ, yer ve göklerden geçer kemâlâtın göklerinde uçar.

Şimdi bize düşen, vicdan aynasının karşısına geçip, kendimizi tarafsız bir gözle seyretmektir. Biz acaba bu makamların, derecelerin ve derekelerin neresindeyiz? İnsanlık şeceresinin hangi dalında bulunuyoruz? İnsanlığımızın çapı ve kalitesi ne kadardır? Yolumuz ve yönümüz hangi cihete doğrudur? Sukutta mıyız, suudda mıyız? Tahripte, şerde ve ademde miyiz, yoksa hayırda, icatta ve vücutta mıyız? İnsanlık merdivenin hangi basamağında olduğumuzu bildikten sonra, yönümüzü daha kolay ve daha doğru olarak tayin edebiliriz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*