İnsana verilen duygular

İNSAN sadece maddî uzuvlardan ibaret değildir. Onun moral yönü ve manevî yapısı ise harikadır. Bediüzzaman’ın bu konudaki tesbitleri dikkate değer:

“Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın lâtifeleri ve duyguları dahi Rezzâk-ı Rahîm’den rızıklarını isterler ve müteşekkirâne alırlar.” 1 Çünkü vücud sadece cismanî âleme münhasır değildir.

İnsanda inanma duygusu yaratılışına konulmuştur. Hayat iman ile istikamet bulur. İnsan mükerrem bir varlık olduğu için, daima hakkı ve hakikati arar. İnsandaki bütün duyguları hayatı boyunca arayış içindedir. Duyguların özünde ise iman cevheri vardır. Kur’ân’da insanın yaratılış amacı “Allah’ı tanımak ve ibadet etmek” olarak açıklanır. Söz konusu âyetten hareketle Bediüzzaman da şunları söylemektedir:

“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.

Evet, fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssü’l-esası ve anahtarı olan iman-ı billâh ve mârifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemâlâtlar o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur.” 2

Demek insanın gayesi, Allah’a iman edip emirlerine uygun şekilde yaşamaktır. İşte ancak böyle bir imân, “insanı insan eder; belki, insanı sultan eder.” 3

İnsana, bir dine bağlılık ihtiyacı yaratılıştan verilmiştir. İnsanlığın dinsiz yaşayamayacağı şeklindeki hüküm, bu esastan çıkarılmıştır. İnsanın dine bağlılık ihtiyacını Bediüzzaman şöyle ifade eder:

“Nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü acz-i beşerî ile beraber hadsiz musîbetler ve onu inciten hâricî ve dâhilî düşmanlara karşı istinat noktası ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok…

“Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî, mânevî kıymetler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.

“Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış.” 4

İnsanlığın sonsuz acizliği ile birlikte sınırsız musîbetlere ve düşmanlarına karşı dayanak noktası; fakirliğiyle birlikte sınırsız ihtiyaçları ve sonsuz isteklerine yardım edecek imdat noktası, yalnızca Allah’ı tanıyıp iman etmek ve ahireti tasdik etmekten başka çaresi yoktur. Yani insan sadece bu kısacık, fırtınalı dünya hayatı için yaratılmamıştır. Belki ebede uzanmış istekleri, ebedî yaşamayı gerektirmektedir.

Dinin ve bir iman sorumluluğunun gereğine inanan insan, ancak şu ölçünün ışığında tek bir Allah inancına sahip olmak zorundadır:

“Kur’ân’ın desâtirindendir (düsturlarındandır) ki, Cenâb-ı Hakk’ın mâsivâsından (yaratıklarından) hiçbir şeyi, ona taabbüd (ibadet) edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem, sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.” 5

Böylece kendi kendine ulûhiyet dâvâsında bulunan Firavunlar, Nemrudlar, Budalar vb. yaratıklardan hiçbir şey tapılmaya lâyık olmadığı gibi, her şeyin Allah’ın yaratığı olmak bakımından birbirine karşı üstünlük hakkı da yoktur. Bu sebeple insanın mutlak bir Allah inancına bağlı olması zorunludur.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, dinler gönderilmeseydi insanlık insan olmak kabiliyet ve yeteneğini taşımasına rağmen hayvanlık derecesinde kalacaktı. İnsanın kendi bünyesinde maddî ve manevî gelişmesi için din mutlaka gereklidir. Dolayısıyla aynı ihtiyaç, tabiatıyla cemiyetler ve milletler için de zorunludur.

İslâm’da iman ile akıl birbiriyle çelişmeyen değerlerdir. İman akıldan, akıl da imandan ayrı düşünülemez. Çünkü iman aklın kullanılmasıyla yapılan bir tercihtir ve Allah’ın bir teklifidir. Aklın imanı kabul edip etmemesi onun tercihine bağlıdır. Fakat insan, iman veya inkâr şeklinde yaptığı tercihin sorumluluğuna ve sonuçlarına katlanmak zorundadır.

İmanı akıl ile kıyaslayarak tercih konusu yapmanın imkânı yoktur. Çünkü Said Nursî’nin belirttiği gibi İslâm’ın hiçbir meselesi yoktur ki, akla uygun olmasın. Yine ona göre, “akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek”tir.6 Yani, İslâm’ın akılla açıklanamayacak ve akla ters düşecek bir meselesi bulunmadığı açıkça anlaşılmaktadır.

Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s. 277.
2- Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s. 166.
3- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 502.
4- Bediüzzaman Said Nursî, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 328-329.
5- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 289.
6- Bediüzzaman Said Nursî, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 330.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*