İnsanın rahatı tembellikte değil, meşakkatte

alt

“Rahat düşkünlüğü”nü “umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası” olarak niteleyen Üstad, bu ârazın, himmetlerini kaydedip bağladığı insanları sefalet zindanına attığını söylüyor. Demek ki, iş tembellikle bitmiyor, davet ettiği umum rezalet ve sefalet de beraberinde geliyor.

İnsanın rahatı tembellikte değil, meşakkatte

Vazife bizden, netice Allah’tan

Ehl-i hizmeti “zindan-ı atalet”e düşüren sebeplerden yedincisini Üstad Bediüzzaman, “Allah’ın vazifesine müdahale eden dinsiz düşman” olarak teşhis ve tesbit edip, bu sebebin yaptığı tahribatı “Himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder” sözüyle dile getiriyor.

“Allah’ın vazifesine müdahale” bahsi, Risale-i Nur’da en fazla dikkat çekilen hususlardan biri.
Çünkü ehl-i hizmet ekseriyetle farkında bile olmadan bu çok tehlikeli vartaya düşebiliyor.

Sebep de çoğu zaman, yapılan hizmet ve çalışmaların semere ve neticelerini bir an önce görme arzusundan kaynaklanıyor. Ve bu çerçevede, meselâ anlatılıp tebliğ edilen hakikatlere daha fazla insanın kulak vermesi ve “manevî fütuhat”ın artarak ve yayılarak devam etmesi isteniyor.

Oysa ehl-i hizmete düşen, kendi üzerine terettüp eden vazifeleri bihakkın ve ihlâsla yerine getirmekten ibaret. Netice, yani başarılı olup olmamak tamamen Cenab-ı Hakkın takdirinde.

Başarının ölçüsü de, yerine getirilen vazifenin niteliğine göre değişiyor. Meselâ Üstadın verdiği Celâleddin Harzemşah örneğinde, bu muzaffer kumandanın çevresindekiler ona şöyle diyor:

“Cengiz’in ordusuna karşı verdiğin mücadelede zafer senin olacak. Allah seni galip edecek.”
Buna karşı Harzemşah şu cevabı veriyor:

“Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmekle vazifeliyim. Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmam. Zafer veya mağlûbiyet O′nun takdiri.”

Üstadın verdiği bir başka örnek, hakkı tebliğ ettikleri insanlar içinde kendilerine birkaç kişiden başka kimsenin kulak vermediği bazı peygamberlerin de, yaptıkları kudsî vazifenin sonsuz ücretini alacak olmaları. Demek ki, mesele hakkı dinleyip ona tâbi olanların azlığı-çokluğu değil; asıl mesele Allah’ın rızasını kazanmak.

Onun için Üstad, “Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, siz istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir. Onları da razı eder” diyor (Lem’alar, s. 391).

İşin püf noktası da burada. Kalblere hükmeden ve hidayeti veren, Allah. Bizim vazifemiz, sadece ve sadece tebliğ etmek. Ve bu tebliği yaparken, işin içine kendi heves ve arzularımızı, hırslarımızı karıştırmamak; tamamen ahirete ve rıza-yı İlâhîye endeksli bir hizmete başka mülâhaza ve hesapların gölgesini düşürmemek. Bu hatalara düştüğümüz takdirde, işin tılsımını bozmuş, o hizmeti dünyevîleştirmiş, ihlâsını kırmış ve dolayısıyla netice vermesini de engellemiş oluruz.

Oysa araya başka hiçbir şey katmadan sırf Allah’ın rızasını gözeterek vazifemizi yapsak, böylece ihlâs sırrını elde etsek, neticenin çoğu zaman beklentilerimizi dahi aşan boyutlarda gerçekleştiğini görürüz. Zira ihlâs: “en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd (hedeflere ulaşma vesilesi)”dır.

Nitekim Üstad, Harzemşah’ın da harplerden harika bir şekilde çok defa zaferle çıkmasını, bu ince teslimiyet sırrını anlamasıyla izah ediyor.

Ve insanlar Risale-i Nur’a iltihaka yönelince şevkleri artıp gayrete gelirken, dinlemedikleri zaman kuvve-i maneviyeleri kırılan ve şevkleri bir derece sönen ehl-i hizmete, “İnsanların çekilmesi ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş” dediği Peygamberimizin (a.s.m.) tavrını örnek göstererek ders veriyor  (a.g.e., s. 321).

Ve “Zindan-ı atalet” bahsinde, şevke binmiş himmetin önündeki engellerden yedincisi olarak zikrettiği “Allah’ın vazifesine müdahale” hastalığına karşı iki prensibi dikkatlerimize sunuyor.

Biri: Hud Sûresi 112. âyetinde beyan edilen “Emrolunduğun gibi dos doğru ol” emr-i İlâhîsi.
Diğeri, “Efendine amirlik taslama” düsturu.

Demek ki, diğer engellerde olduğu gibi, burada da çözümün anahtarı bizde. Biz hakta sebat edecek, istikamet üzere yürüyecek ve üzerimize düşen vazifeyi en iyi şekilde yerine getirme gayreti içinde olup neticeyi Allah’a bırakacağız ki…
Şevkimiz kırılmasın ve atalete düşmeyelim.

Rahat meşakkatte

“Zindan-ı atalet” bahsinde, ehl-i hizmeti tembellik zindanına düşüren sebeplerin sekizincisi ve sonuncusu “meylü’r-rahat.”

Mâlûm, en yaygın ve en tehlikeli hastalık bu.
“Rahat düşkünlüğü”nü “umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası” olarak niteleyen Üstad, bu ârazın, himmetlerini kaydedip bağladığı insanları sefalet zindanına attığını söylüyor.

Demek ki, iş tembellikle bitmiyor, davet ettiği umum rezalet ve sefalet de beraberinde geliyor.

Hakikat Çekirdekleri’nin 100. maddesinde “Sıkıntı sefahetin muallimidir” denilirken meselenin bu yönüne işaret ediliyor. (Mektubat, s. 462)

Yine aynı eserin 110. maddesindeki “En bedbaht, en muztarip, en sıkıntılı, işsiz adamdır” ifadesi de aynı mânâyı açıyor ve güçlendiriyor.

Çalışmanın lezzet ve saadetini bilmeyen tembel insanı irşad ve ikaz için yazılmış olan Sekizinci Nota’da ise, “sa’y ve amel”in canlı-cansız bütün varlıklar arasında ne kadar yaygın bir yaratılış prensibi olduğu çok ilginç örneklerle anlatılıyor (Lem’alar, s. 306 v. d.).

Zerrelerin bitip tükenmeyen bir hareket ve faaliyet deveranı içinde daha yüksek varlık mertebelerine çıkabilmek için adeta yarışmaları…

Aynı gerçeğin uçsuz bucaksız kâinatta, yıldızlar ve galaksiler ölçeğindeki müthiş tezahürleri…

Donan suyun genişleyip demiri parçalaması…

Organ ve duygularımızın, düzgün ve sağlıklı şekilde çalışarak aldıkları ve verdikleri haz…
Aksi durumlarda, meselâ gözün göremez, kulağın işitemez, elin tutamaz, ayağın yürüyemez, kalbin çalışamaz, gönlün sevemez hale geldiği vaziyetlerde… yaşanan derin ıztırap ve sıkıntı…

Hayvanî validelerin, yavrularını beslemek için aç kalmayı göze almaları ve yavrularını korumak için kendi hayatlarını dahi feda edebilmeleri…

Bitki ve ağaçların, yavruları mesabesindeki meyveleri için üstlendikleri fedakârlıklar, tohumun sümbüllenmek için kendisini parçalaması…

Ve daha pek çok düşündürücü örnek.
Hepsinde, Yaratıcının fıtratlarına koyduğu gelişme istidadını, kendileri için tayin ve takdir edilen kemal noktasına ulaşma emeliyle inkişaf ettirme şevkinin tetiklediği çaba ve gayret var.

Bir kısmını zikrettiğimiz birbirinden ilginç örnekleri naklettikten sonra Üstad şöyle diyor:

“Kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır ki, işsiz, tembel, istiharatle yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle sa’y eden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Çünkü daima işsizler ömürlerinden şikâyetler ederler, eğlence ile çabuk geçmesini ister.”

Buna karşılık, “Çalışan ise şâkirdir, hamd eder, ömrün geçmesini istemez. …Hem o sır iledir ki, ‘Rahat zahmette, zahmet rahattadır‘ cümlesi darb-ı mesel olmuştur.”

Bu mânânın benzer bir örnekle, ama farklı bir boyutuyla, namazın hikmetlerinin anlatıldığı Yirmi Birinci Söz’de de güzel izahlarının yapıldığı mâlûm.

“Zindan-ı atalet” bahsinin meylü’r-rahat faslında, bu hastalığın çaresi, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” mealindeki Necm Sûresi 39. âyetten çıkarılıp, o “cellâd-ı sehhar”dan ancak “mücahid-i âlicenap” olarak nitelenen bu âyete sarılmakla kurtulabileceğimiz belirtiliyor.

Burada rahat düşkünlüğünün “cellat” tabiriyle tavsif edilmesi son derece düşündürücü. “Sehhar”ın anlamı ise “büyüleyici, uyuşturucu.”

Darağacının başındaki bildiğimiz cellât, ipe çektiği kişinin hayatını bir anda sona erdirmeye vesile oluyor. Rahat düşkünlüğü ise insana verilen en değerli sermaye olan ömür dakikalarını, saatlerini, günlerini, haftalarını, aylarını, yıllarını sinsi bir şekilde, kişiyi uyuşturarak öldürüyor.

Buna karşı, çalışma, hareket ve faaliyetin zevk ve lezzetini vurgulayan şu sözlerdeki mânâ ve gerçeği yaşayarak kavrayıp hazmetmemiz lâzım.

“Size meşakkatte büyük rahat var. Fıtratı müteheyyic (heyecanlı) olan insanın rahatı sa’y (emek, çalışma) ve cidaldedir (mücadele).”

Yani rahat boş oturmakta değil, çalışıp didinmekte, meşakkatte, zorlukları aşıp başarmakta.

Hizmette motivasyon

Üstadın lâhika mektuplarını okuduğumuzda, baştan sona hizmet gündemli mesajların verildiğini; bilhassa sadakat, sebat ve şevk-i mutlak gibi esaslara tahşidat yapılarak Nur Talebelerinin münhasıran hizmete odaklı bir motivasyon atmosferinde çalışmaya devam etmeleri gereğinin vurgulandığını görürüz.

Bu dersleri sürekli tazeleyen hizmet erbabının dünyasında yeis, ümitsizlik, yılgınlık, bezginlik, yorgunluk, atalet, tevakkuf gibi ârızalar olmaz.

En olumsuz ve sıkıntılı gibi görünen şartlarda bile “Benim vazifem hizmettir, neticenin takdiri Allah’a aittir” prensibini esas alarak yola devam eder. Zahirde şer gibi gözüken hallere de kader cihetiyle bakar, “Kader fetva verdiğine göre mutlaka altında benim şimdilik göremediğim ince sır ve hikmetler vardır” diyerek, onlara takılmaz.

Dahası, “Beni sıkan bu hadisede, nefsimin itiraf etmek istemediği gizli kusurlarımla bu duruma müstehak hale gelmemin de payı var mutlaka” der ve o kusurlarının izalesi için gayret eder.

Yani, o sıkıntıdan dolayı başkalarını suçlayıp sorumlu tutmak yerine, kendi nefsine yönelik samimî bir özeleştiri yaparak yine kazançlı çıkar.

Çünkü o hali, o kusurlardan arınma fırsatı olarak değerlendirmek suretiyle, zorlu bir imtihanı daha yüzünün akıyla vermenin huzurunu yaşar.

Bu çabasında ona ışık tutup yol gösteren çok önemli bir düstur da, Üstadın “Dünya ücret değil, hizmet yeridir” sözüyle ifade ettiği hakikattir.

Onun için, dünyada rahat aramak, hele “ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) sahil-i selâmete (kurtuluş sahiline) götürmekle vazifeli bir sefine-i Rabbaniyenin (Rabbimize ait geminin) hademeleri” olarak tavzif edilmiş hizmet erbabının kesinlikle uzak durması gereken bir gaflet halidir.

“Zindan-ı atalete düşüş” sebeplerimizin tahlil edildiği bahsin sonunda, fıtraten heyecanlı ve hareketli bir yaratılışa sahip kılınan insanın, gerçek bir rahatlığı tembellik ve rehavette değil, ancak çalışma, gayret ve mücadelede bulabileceği gerçeğine dikkat çekilmesi de bunun bir ifadesi.

Keza, manilerin şiddetlenmesi halinde gayret ve hamiyeti daha fazla arttırma ve engelleri bu yolla bertaraf etme tavsiyesinde bulunulması da.

Gerçek şu ki, imtihan meydanı olan dünyanın cevrücefası, gamı, tasası ve sıkıntısı hiç bitmez.

Eğer hizmet etmek için onların bitmesini beklersek, çok büyük bir yanılgıya düşmüş oluruz.

Onun için, yapmamız gereken, biri bitip biri başlayan, hattâ bazan hepsi birden üzerimize çullanan o zorluk ve sıkıntıları, kaderin bizi değişik açılardan imtihan etmek ve “Altın mı, bakır mı?” diye mihenge vurmak için önümüze çıkardığı, aşmamız gereken çıtalar olarak görüp, onları geçmeyi de hizmetin gereği saymak olmalı.

Nitekim Peygamber Efendimiz (a.s.m.) başta olmak üzere bütün Peygamberlere ve onların izinden yürüyen hak yolcularına baktığımızda, hayatlarının hep meşakkat ve zorluklarla geçtiğini, ama bunlardan hiç şikâyet etmeden vazifelerini en iyi şekilde ifaya odaklandıklarını görürüz.

Üstadın ve beraberindeki saff-ı evvel Nur Talebelerinin hayatları da aynı şekilde. Üstelik bizim karşı karşıya olup da şikâyet ettiğimiz sıkıntılar, onların muhatap olduğu ve muazzam imanlarının verdiği güç ve enerjiyle aştıkları şartlarla kıyas dahi kabul etmeyecek kadar basit ve sıradan. Bunu daha iyi anlayıp hissedebilmek için, ağır sürgün şartlarında yazılan Kastamonu ve Emirdağ lâhikalarını, özellikle de Denizli ve Afyon hapislerinde kaleme alınıp Şuâlar’da neşredilen cezaevi mektuplarını bu gözle tekrar okuyalım.

Göreceğiz ki, o mektuplardaki şevk mesajları, bizi, son dönemde revaç buldurulmaya çalışılan kapitalist mantık ürünü ve yapay kişisel gelişim şablonlarına ve motivasyon formüllerine asla ihtiyaç bırakmayacak muhteva ve derinlikte, kesintisiz bir manevî enerji kaynağına ulaştırıyor.

O kaynakla irtibatımızı sürekli kılabilir ve yine o kaynağın verdiği müfritane irtibat düsturuyla, sorunları “haklı şûrâ” zemininde meşveretle çözebilirsek, ne sıkıntı kalır, ne de tevakkuf olur…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*