İnsanın yaratılış gayesi

Kâinat ağacının meyvesi olan insan… Zîruhların sultanı olarak yaratılan insan… Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insan… Ahsen-i takvîm sûretinde yaratılan insan…

Cenâb-ı Allah ‘İnsan Sûresi’nde şöyle buyurmaktadır; “Biz insanı karışık bir damla sudan yarattık, imtihana çekmek için, onu işitir ve görür hâle getirdik. Biz ona doğru yolu gösterdik. Artık ister şükreder, ister nankörlük ederler” (İnsan Sûresi: 2. ve 3. Ayetler)

Cenâb-ı Allah insana cüz’î irade vererek, yol tercihini ona bırakmıştır. İnsan diğer mahlûkların hemen hepsinin özelliklerini taşımakla beraber akıl, fikir, kalp ve şuur gibi kıymeti ölçülemeyecek nimetlerle süslenmiştir. Bu özelliğiyle de mahlûkatın en şereflisi ünvanına sahip olmuştur. Yüce Rabbimiz bu kadar sayısız nimetlerle donattığı insanoğlundan ne istiyor?Cenâb-ı Allah, “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Sûresi 56) âyetiyle, insanın yaratılış gayesinin ibadet olduğuna dikkat çekiyor. Zaten ibadet, bir yaratılış borcudur. Daha evvel verilen nimetlere bir fiyat ve şükür ifade eder. Yoksa verilecek bir nimetin ve mükâfatın önşartı değildir. Biz ücretimizi peşin olarak almışız. Bu ücrete karşılık hizmetle ve ibadetle vazifeliyiz. Bu vazifenin süresini Cenab-ı Allah, “Gelmesi muhakkak olan ölüm sana erişinceye kadar Rabbine kulluk et” (Hicr Sûresi 99) diyerek bize bildiriyor. Çevremde yaptığım mini bir anket sonucunda, “İnsanın yaratılış gayesi nedir?” sorusuna, çoğunluk “Allah’a ibadet ve kulluk” demişti.

Bunların arasında İncil’den Bab’lar vererek tasdik eden dindar Hıristiyanlar da vardı. Bazıları da yeme, içme, eğlenme gibi ehl-i dünyalık cevaplardı. Halbu ki Üstad Bediüzzaman Hazretleri 25. Lem’a’nın 3. Devası’nda şöyle diyordu: ”İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahittir. Hem insan, zîhayatın en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zîhayatların sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belâları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nispeten en ednâ bir derecede, ancak kederli, meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safâ ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî, daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.”

Ve ömür sermayesiyle yapılacak bu ‘mânevî ticareti’, yani insanın asıl vazifesini ise, 23. Söz’de şöyle açıklıyordu:

“İnsanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir. Yani, ‘Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikâne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lûtuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?’ bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dâir, Kâdiü’l-Hâcâta lisân-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır; ve istemek ve duâ etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-i ubûdiyete uçmaktır. Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*