İntihar Eylemleri Neden Yanlış

Dinin yasakladığı intiharın, sivilleri hedef alan ve nizamî harp kurallarına da uymayan bir terör eylemine dönüştürülmesinin “şehadet” adı altında yüceltilmesi, kabulü imkânsız bir yaklaşım.

BAZILARININ “ŞEHADET” sayıp YÜCELTTİĞİ İntihar eylemleri neden yanlış?

İntihar eylemleri

İsrail vahşetine bahane olarak gösterilen intihar eylemleri gerçekten Filistinlilerin işi mi? Yoksa işin içinde, eylemci Filistinlileri kullanarak bir taşla birden fazla kuş vurmayı hesaplayan daha başka güçler mi var?
Muhalif kimlikle ortaya çıkan örgütlerin “sızma”ya açık nitelikleri, bilinen bir gerçek. Bunu, Türkiye’deki tecrübelerle de yakînen bilmekteyiz.
Bilhassa silâhlı örgütler için bu husus çok daha fazlasıyla geçerli. Çünkü silâh kolayca temin edilebilen birşey değil. İşin içine silâh girince, ordu, polis ve istihbarat teşkilâtları da mutlak bir şekilde devreye giriyor. Bu da faaliyetine devam edebilmek için silâha ihtiyaç duyan örgütlerin zayıf noktasını oluşturuyor. Böylece, silâh kaynakları şu veya bu şekilde söz konusu örgütlere sızarak yönlendirme imkânını bulabiliyorlar.
PKK ve Hizbullah başta olmak üzere “yerli” terör örgütlerinin önde gelen isimleri hakkında ortaya atılan “ajanlık” iddiaları bunun sonucu.
Söz gelişi, bugün İmralı’da tutulan Apo’nun, henüz üniversitede öğrenci iken karıştığı eylemler sebebiyle gözaltına alındığında, MİT’ten gelen talimatla serbest bırakıldığı; kayınpederinin ve karısının MİT elemanı olduğu; kendisinin de Kenya’da paketlenip Türkiye’ye getirilirken Türk devletine hizmetten bahis açtığı unutulmamalı.
Aynı şey çizgisi ve tandansı ne olursa olsun, bütün terör örgütleri için de söz konusu. Nitekim Hizbullah’ta da lider kadrosu arasında adı geçen bazı şahısların, sonradan “itirafçı” kimliğine bürünerek arz-ı endam ettikleri bilinmekte.
Türkiye’deki irili ufaklı örgütler için geçerli olan bu husus, haliyle dünyanın diğer coğrafyalarındaki örgütler için de geçerli. Cezayir’deki direniş örgütlerinden Filistin’deki Hamas ve İslâmî Cihad’a; Orta-Güney Amerika’daki cuntalarla mücadele etmek için kurulan gerilla teşkilâtlarından Afganistan’daki El Kaide’ye varıncaya kadar.
Sızmalara, manipülasyona ve yönlendirmeye açık yapılarıyla bu örgütler, ideolojilerini birtakım hamasî söylemlerle parlatıp mensuplarını “yüksek idealler” uğruna ölüme gönderirken, sonuçta çok daha başka güçlerin karanlık emellerine hizmet etmekten başka bir iş yapmış olmazlar.

Nitekim El Kaide örgütü ve Usame bin Ladin olmasaydı, ABD Afganistan’a hangi gerekçeyle müdahale edecek ve nasıl bir bahaneyle Orta Asya’ya üsler kurup asker tahkimatı yapacaktı?
Hal böyle olunca, İsrailli sivilleri hedef alan intihar saldırıları ve bunların Hamas-İslâmî Cihad gibi örgütlere mal edilmesi, ister istemez aynı senaryoyu akla getiriyor. Cezayir’deki kafa kesme ve boğazlamaları, Türkiye’deki domuz bağı cinayetlerini sözümona “İslâmcı terör” örgütlerine mal eden mihraklar, Filistin’de de İsrailli sivilleri vuran intihar eylemleriyle karşımıza çıkıyorlar.
Aslında Hamas’ın çıkış noktası bu değildi. Tümüyle eğitime, sosyal faaliyetlere ve Filistin nesillerinin şuurlu bir şekilde yetiştirilmesine yönelik çalışmalarıyla bilinen bu örgütün adı, neden sonra silâhlı eylemlerle de anılmaya başlandı.
Aynı tecrübeyi Mısır kaynaklı İhvan-ı Müslimîn hareketi de yaşamış ve bunun bedelini bilhassa Mısır ve Suriye’de çok ağır bir şekilde ödemişti.
Filistin’deki intihar eylemlerini “istişhad, şehadet eylemi” olarak niteleyip, fetvalarıyla bu eylemleri beraat ettirmeye çalışanlar var. Ama bu çabalara hak vermek mümkün değil.
Dinin yasakladığı intiharın, sivilleri hedef alan ve nizamî harp kurallarına da uymayan bir terör eylemine dönüştürülmesinin “şehadet” adı altında yüceltilmesi, kabulü imkânsız bir yaklaşım.
Bu eylemlerin, İsrail’e yeni vahşetler irtikâbı için koz verip barışı sabote etmesi de olayı yeterince açıklıyor.

«««

İsrail kurulalı beri devam eden Filistin meselesi, Bediüzzaman’ın yüz yıl önce dile getirdiği tesbitin haklılığını bir kez daha gösteriyor: Cehalet, zaruret ve ihtilâfa karşı sanat, marifet ve ittifak silâhlarıyla cihadın önceliği.
Baskı, zulüm ve sömürüye maruz her insanda ve dolayısıyla bu durumdaki Müslümanlarda da hakim olan psikoloji, bu baskı, zulüm ve sömürüyü yapan “düşman”ları suçlamaya yöneliktir.
Ve hiç şüphe yok ki, bu suçlama haklıdır.

Ama tek başına meseleyi çözmez. Elinde bulundurduğu güce dayanarak zulmeden düşman, suçlama ve yakınmalarla bertaraf edilemeyeceği gibi, onun insafa gelmesine de yardımcı olmaz.
Olsa olsa, zulme boyun eğmeme ve direnme bilinç ve kararlılığının ifadesi olarak işe yarar.
Ancak bu direnişin başarılı olmasının da şartları var ve Said Nursî’nin tesbitinde bu şartlar gayet özlü şekilde ifade ediliyor:

Bu tesbitle Müslümanlara deniliyor ki:

Hariçteki düşmanların hücum ve taarruzlarına maruz kalabilirsiniz. Ama siz asıl düşmanı kendi içinizdeki cehalet, fakirlik ve ihtilâflarda arayın. Gücünüzü ve enerjinizi tüketip sizi haricî düşmanlar karşısında da zaafa düşüren asıl tehlikeler bunlardır. Evvelâ bunlara çare bulun.
Gerçekten de, cehalet karanlığında, fakirliğin pençesinde ve ihtilâflarla bölünüp parçalanmış bir toplumun, dışarıda başka düşman aramasına gerek yok. Çünkü o kendi içinde çökmüştür.
Ve hariçteki düşman da, bu durumundan istifade ederek hücum edip taarruzunu şiddetlendirir ve o toplumu boyunduruğu altına alır.
Buna meydan vermemek için evvelemirde yapılması gereken şey, cehaletin ilim ve eğitimle, fakirliğin kalkınma hamleleriyle, ihtilâfların da sıkı bir ittifak ve dayanışma ile izale edilmesidir.
İlim ve eğitimle aydınlanmış, kalkınarak zenginleşmiş, ortak hedef ve idealler etrafında kenetlenmiş bir toplumu hiçbir dış güç yıkamaz.
Aslında Filistin halkı, Arap toplumları içerisinde eğitim düzeyi en yüksek olanlardan biri olarak biliniyor. Ve bunda Hamas’ın da, ilkokuldan üniversiteye kadar kurduğu eğitim kurumlarıyla son derece önemli katkıları söz konusu.
Ancak tek başına eğitim, sorunu çözmüyor. Diğer şartların da tamamlanması gerekiyor ki, bütününden sağlam ve muhkem bir yapı çıksın.
Filistin eğer İsrail’e karşı cihadında başarılı olmak istiyorsa, evvelâ kendi içindeki üç düşmanı alt etmek zorunda.
Diğer bütün İslâm toplumları gibi…

«««

Nurcular, İhvan, siyaset

Tarihçe-i Hayat’ın sonundaki “Risale-i Nur ve hariç memleketler” bölümünde yer alan dikkat çekici yazılardan biri, Bağdat’taki ed-Difa gazetesinde İsa Abdülkadir imzasıyla yayınlanan ve Nur talebeleriyle İhvan-ı Müslimîn arasındaki farkları açıklayan makale.
Yazının en başında evvelâ, aralarındaki ortak nokta vurgulanıyor: “Kur’ân ve iman hakikatleri ile, ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların dünya ve ahiret saadetlerine hizmet etmek.”
Sonrasında altı madde halinde sıralanan farklardan biri, siyasete bakış olarak izah ediliyor:
“Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar; tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil.
“İhvan-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle, siyasetle din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.” (s. 1131)
Bununla bağlantılı bir diğer fark da şu:
“Nur talebeleri, meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından, hükümetlerden izin almaya kendilerini mecbur hissetmiyorlar. İhvan-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye, cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, hükümetten ruhsat almaya muhtaçtırlar.” (a.g.e., s. 1132-3)
En iyi müfessir olan zaman ilerledikçe ve ibret dersleriyle dolu tecrübeler biriktikçe, bu farkların önemi çok daha net bir şekilde anlaşılıyor.
Ve Risale-i Nur hizmetinin gerek siyasetten, gerekse resmî yapılanmalardan uzak, rejimlerin ve şartların çok elverişsiz olduğu yerlerde dahi günlük hayatın fıtrî akışı içinde gelişmeye müsait vasfının ne kadar hayatî bir önemde olduğu da…
Risale-i Nur’da ölçüleri verilen hizmet metodu sayesindedir ki, Türkiye en baskıcı ve tahripkâr icraatlarla ortaya çıkan ve çeyrek asırdan fazla iktidarını sürdüren bir dikta rejimini, kimsenin burnu bile kanamadan barışçı bir geçişle aşarak çok partili demokrasiye intikal edebildi.
O devirde Nurcular rejimin bir numaralı hedefi olarak ağır baskılara maruz kalsalar, karakol ve zindanlarda süründürülseler de, bütün bunları müsbet hareket prensibiyle aşmayı bildiler.
Tüm provokasyon planlarını boşa çıkararak.
Ve Bediüzzaman’ın hayatının son yıllarında başlayan “risalelerin dünyaya açılması” süreci, vefatından sonra her geçen gün daha da hızlanıp yaygınlaşarak devam etti; eserler yeryüzünün her köşesine ulaştı; çok farklı rejimlerle yönetilen ülkelerde dahi külliyatı okuyan cemaatler teşekkül etti.
Şu anda, bizdeki 30’lu yılların rejimine benzer bir tek şahıs diktasının hüküm sürdüğü Özbekistan’la, bazı mevziî sıkıntıların yaşandığı Rusya dışında, Nur hizmetleri dünyanın her tarafında problemsiz bir şekilde gelişmeye devam ediyor.
Doğduğu Mısır başta olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaygın olan İhvan-ı Müslimîn ise, siyasetle ilişkisini doğru bir temele oturtamamanın ağır bedellerini ödeyegeldi.
Devleti ve iktidarı önceleyen stratejilerle hareket etmesi, ister istemez işbaşındaki rejimlerle çatışıp, çoğunlukla da ezilmesini netice verdi.
Çatıştıkları rejimleri devirmek için işbirliği yaptıkları darbecilerin de hedefi olmaktan kurtulamadılar. Mısır’da Kral Faruk’a karşı destekledikleri Nâsır’ın, iktidarı ele geçirdikten sonra onları ezmeye yönelmesi örneğinde olduğu gibi.
Keza yıllar önce Yeni Asya’nın yayınladığı Hekimoğlu İsmail imzalı “Sosyalistler Suriye’yi nasıl ele geçirdi?” broşüründe anlatıldığı gibi Mısır’dakilere benzer şekilde oyuna getirilen Suriye İhvan’ının, Hama’da olduğu üzere, vahşice katliâmların hedefi yapılmaları da bir başka acı örnek.
Bütün bunlar olup biterken, İhvan-ı Müslimîn’in, ta Kral Faruk döneminden başlayarak, geçmişten bugüne yaşadığı ve son olaylarda yeni örnekler de eklediği tecrübe birikimini dikkate alarak, konumunu, duruşunu, çizgisini, istikametini dikkatle gözden geçirmesi gerekiyor.
Bu noktada en önemli husus, İhvan’ın bu süreçte bir siyasî aktör olarak rol üstlenme tavrından uzak durup, aslî hizmet ve iştigal alanlarına yoğunlaşması.
Said Nursî’nin ısrarla vurguladığı gibi, nur ve topuz bir arada olmaz. Nurla dine hizmet etmek isteyenin, siyaset topuzunu bırakması şart.
İlâveten, temel parametreleri yabancı mahfiller tarafından belirlenen günümüz siyasetinin, hele şu anda Mısır ve Suriye gibi ülkelerde olduğu gibi her adımı tuzaklarla dolu çok kaygan bir zemin haline gelmesi, İhvan için çok daha riskli bir durum ortaya çıkarıyor. Ve şartların kaçınılmaz kıldığı gelgitler ve çelişkiler, öncelikle İhvan’ı yıpratıyor.
İhvan için de çıkış Bediüzzaman modelinde:
Devleti yönetmeye ve iktidara talip olmayıp, siyaset karşısında mesafeli bir duruşa konumlanarak, demokrasi ve hürriyetin de altyapısını oluşturacak manevî hizmetlerde yoğunlaşmak.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*