İran sinemasına dair…

Tarihi yalnızca bizden öncekilerin tecrübelerinden istifade için mi okuruz? Zannetmiyorum.

Benim gibi tarihi, bugünün bunaltıcı hercü mercinden, asabı perişan etmesinden ve hayatın taşımakta zorluk çektiği yüklerden kaçarak yönelinen bir sığınak olarak görenler yok mudur? Belki de sinemanın en çok hoşumuza giden tarafı, toprak altına çekilmiş eski zamanları tekrar diriltmesi olmalı… Bu zamanın boğucu, çirkin ve deva kabul etmez hadiselerinden bir lâhza da olsa kurtulup, geçmiş zamanın gölgelerinde nefeslenmek sizin de hoşunuza gitmez mi? Birlikte yaşadığımız halde çok merak edip, sevdiğimiz insanlarla acayip ve garaiple dolu zaman ve zeminlerde buluşmayı çoğumuz isteriz. Belki de Cennette seyredilmesi Kur’ân’da vaad edilmiş manzaraların şu dünyada seyredilmesi…Hem de en dehşetli savaş, hicret ve zulümlere taş çıkartacak şekilde düşmanca işgale uğramış hayatımızın fevkalâde sıkıntılı anlarında maziye kaçarak sığınmak…

Bediüzzaman Hazretleri, üzerinde yaşadığımız coğrafyayı kadim medeniyetlerin mezaristanı olarak da görür. Belki de tarihin en fazla medeniyetleri bu coğrafyaya defnolunmuş. Tarihî roman, sinema, şiir ve güzel sanatların diğer dallarında şaheserler doğuracak kadar zengin ve renkli olan bu coğrafyanın geçmiş medeniyetlerinden istifade edememek… Anadolu coğrafyasını gerçi enbiya coğrafyası sayılan Şam, Ceziretül Arap, Filistin ve Mısır gibi ülkelerle bu hususta mukayese edecek değiliz, fakat ne Adem babamızdan günümüze gelen İslâm tarihinden ve ne de diğer medeniyetlerin tarihinden istifade edemediğimizi İran Sinemasını az-çok takip edenler daha iyi anlarlar.

İRAN SİNEMASI…

İran tarihini bilenler, günümüzde İran sinemasındaki sıçrayışı garip karşılamazlar. İran devrimini, İran kültür ve tarihinin arka planlarını bilemediğinden doğru okuyamayan Türkiye, emperyalist Avrupa’nın da propagandasıyla gözlerini ve kulaklarını İran’a adeta kapattı. Yüzyıllar boyu Osmanlı şiiri, minyatürü ve mimarisiyle rekabet halindeki İran san’atı ile İran’ın bize çok garip gelecek renkli ve zengin aktüel hayatının bize bir yansıma yapmaması için bütün tedbirler alındı. Hatta Sünnî Türkiye’yi hâlâ tarihin labirentlerinde korku filmi gibi saklanılan “Şiilikle” de korkutmaya devam ediyorlar. Marksist-Kemalist ortaklığıyla demokrasimize yapılan bunca ihanete rağmen, İran’ın hak ve hürriyetlerde bizden onyıllarca geride olduğu düşüncesi medyaca maalesef anlatıldı. Türk demokrasisinin ölçülerini Marksist sefih ikinci Avrupa ile Kemalistler belirleyince, elbette ki İran koyu diktatörlüğün pençesinde sayılıyordu.

Beğenmeyebiliriz. Fakat İran’ın dinin haram-helâl çizgisini esas almaya çalışan, insanî değerleri önceleyen ve kendi geleneği içinde kabul gören bir demokrasisi vardır. Devrim sürecindeki aşırılıkları zaman içinde terk ederek itidal çizgisine doğru ilerlemektedir İran. Hürriyetlerin inkişafı ve doğru İslâmiyetin bütün insanlıkça anlaşılması nisbetinde İran da İran’da yukarıda kısaca ifade etmeye çalıştığım hürriyetler olmasaydı İran san’atı inkişaf eder miydi? San’atın topluma mal olmasında demokrasinin vazgeçimezliğini biliyoruz.

Sosyal hadiseleri, günlük hayatı ve hatta dünya siyasetini konu edinen filmlerine bakabilirseniz, İran sinemasındaki başarının tek boyutlu olmadığını göreceksiniz. Teknolojide, rakip sinemaları ve dünyayı dikkatlice takip eden bir sektörle karşılaşacaksınız.

TARİH CANLANIYOR

Benim gibi aile hayatına TV’yi sokmamış ve ekranlarla arası iyi olmayan birisinin şu mevzuyu yazmasını yadırgayanlar, güzel san’atlar kadar sinemanın da bir hakikat olduğunu bilirler. Deccaliyet ve Süfyaniyetin vatanımızdaki ittifakları, maalesef teknoloji, güzel san’atlar, medya ve hayatın diğer birçok önemli unsurunda, Müslümanlara geçici bir mağlûbiyet verdirmiş. Fıtratın ve insanlığın aleyhinde kullanılan sahalarda fazla dolaşamayışımız, bunlardaki hakikatleri inkâr ettiğimiz anlamına gelmiyor.

İran sinemasına ilgi duymamı sağlayan film, Hz. Meryem filmi olmuştu. Eski Filistin’i, Yahudileri ve Romalıları güzel canlandırmışlardı. Avrupa ve Hollywood sinemalarında bulunmayan bir “duygu dünyası” filmin bütün setlerini kaplamıştı. Kıvamında bir duygu yoğunluğu. Hint Sinemasındaki ince ve yabancısı olduğumuz “kalıcı hüzün veren” mübalâğalar yoktu. Kutsal kitaplarla, İbrahimî dinlerle ve onların gelenekleriyle uyumlu görmüştüm filmi… Daha sonra Ashab-ı Kehf’ten birkaç seans seyretmiştim… Belki de sahasında ilk olduklarından başarılı göründüler bana…Ashab-ı Kehf’te Deccal ve Süfyan’ın zulmüne uğramış insanları seyrettim. Senaryosunun heyecan dolu şirinliği Hz. Yusuf’ta İranlılara ayrıca yardım etmişti… Sade hayatı en orijinal boyutlarıyla yakalamaya çalışıyorlardı. Benî İsrail’i hakikate mutabık keşfetmişlerdi. Sırlar ülkesi kadîm Mısır, iç içe aşk ateşinde yanan Yakup, Züleyha ve Yusuf… Cinsellikten uzaklığın verdiği sekînet. Batı sinemasının keşfetmesi güç avantajlarını yakalamış İranlılar. Tarihî kaynaklara sadakat, orijinallik, fıtrata yaklaşma gayreti, bâtılı tasvirden kaçınma ve belki en önemli bir noktası; kalbe, vicdana ve diğer ince duygulara ulaşma gayreti.

İran’ın edebiyat, san’at ve kültür tarihini az çok okuyanlar, Farslıların hayal zenginliklerini bilirler. Kanaatimce İran sineması bu zenginlikten mübalâğaya kaçmayacak düzeyde istifade etmiş.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*