İşimize bakalım

Gülerek seyrederiz her olayı;

Çünki: îmân bize vermekte güven.

Rabb’imiz her işi hikmetle yapar.

O’na kul ol; daha hiç korkma, güven!

 

Hayâtımız sürdüğü müddetçe karşımıza bu gibi hâdiseler çıkacaktır. Asıl olan, bu labirentte yolumuzu kaybetmemektir. Ana caddeyi terk eder ve o çıkmaz yollar veyâ kısa görünüşlü patikalara saparsak vakit, emek ve sermâye zâyiî kaçınılmaz olur. Bizi doğrudan ilgilendirmeyen, alâkadâr olduğumuzda düzeltmek elimizden gelmeyen her vak’a, bizim için çıkmaz bir yoldur. Ne dünyâ, ne âhiret hayâtımıza faydası olmayacak işlerle uğraşmak fuzûlî bir gayrettir; bunun için maddî ve mânevî güç sarfetmek akıl kârı değildir.

Helâl dâiresinde dünyâlık kazanıp nefsimizi, âile efrâdımızı geçindirmek; çevremizdeki muhtaç canlılara yardım etmek öncelikli vazîfemizdir. Dînî mükellefiyet açısından, belli ölçülere ulaşmışsa zekât ve sadaka vermek vecîbesi kadar, dînimizin îcâblarını hakkıyla yerine getirebilmek ve Müslümanları gayrın tahakkümünden kurtarabilmek için maddeten terakkînin de zarûrîyattan olduğunu hâtırdan çıkartmamak lâzımdır. Bu husûs da, herkesin kendi iştigàl sâhasında, elinden gelenin en iyisini yapmasını gerektirir. Bunun için hepimizin kendi işimize bakması şarttır.

Bir insanın, cem’iyet içinde her işi bizzat yapması mümkün değildir. Cenâb-ı Hakk, insanları çeşitli kàbiliyetlerde yaratmıştır. Her biri ayrı bir işe el atmak sûretiyle, halkın elbirliği etmesi netîcesinde yaşamak kolaylaşır. Bütün insanların aynı işi yapdıklarını düşünelim: çeşitli ihtiyâclarımızı karşılamakda ne kadar zorlanırız! Bunlar maddî cihetde iş bölümünü lüzumlu kıldığı gibi, her kısımda yer alanların da işlerinde ihtisâs sâhibi olmalarına müncer olmaktadır.

Yaradılıştan içimize yerleştirilen isti’dâdlara uygun bir kanal bulabilmiş isek, âdetullâha uygun hareket ettiğimizden, başarı ihtimâli çok yüksektir. Mâlûmdur ki, muvaffakiyetin temelinde kâinâtta yürürlükte olan fıtrî kànûnlara uymak ve samîmiyetle hedefine yönelmek yatmaktadır. Hâlık-i Kâinât, bu husûsu insanlara yolladığı nebîler ve o yolda giden velîlerin hâl ve kàl lisânıyla bizlere tâlim etmiştir.

Bakınız: gerek mânevî, gerek maddî alanlarda insanlara rehber ve numûne olan kişiler, hep birer hedefe kilitlenmiş; kendi aslî işleri dışındaki meşgùliyetleri terke muvaffak olmuş şahıslardır. Bâzılarının, kader-i İlâhî tarafından kendilerine verilen özel vazîfe dolayısıyla, birden çok sâhada başarılı olmaları istisnâî bir durumdur.

Sayılı nefeslerimizi mâlâyânî işlerle tüketmek aklın reddedeceği bir hâldir. Dünyâ ve ukbâ dengesini gözeterek lüzûmu kadar maddî işlere harcanacak vakitten arta kalanı mânevîyâtımız için değerlendirmek en akıllıca harekettir. Ne nefsimize, ne âilemize, ne mahalle ve memleketimize yarayacak olmayan işlerle oyalanmayalım. Günü birlik vak’alar, spor, magazin, eğlence, siyâset âlemi, lüzumsuz mâlûmâtla vaktimizi ziyân etmeyelim.

Bâzı insanların yıllarını vererek elde ettikleri mâhâretler, eğer ne kendisine ne gayrıya bir menfaat sağlamıyorsa, bunun neresi mahâretdir? Rekorlar kitabında bir isim kazanmakla hevesimizi belki tatmîn ederiz; ancak, bunun kimseye bir faydası olduğunu duyan var mı? Haydi, âhiret ile ilgili herhangi bir kaygısı olmayan kişiler için, böyle bir meşgalenin kendisine dünyevî bir kemâl kazandırdığını farz edelim… Fakat, yaradılış sırrını bilmekle nasiblenerek şeref ve imtiyâz kazanmak lütfuna eren kimselerin böyle bir tuzağa düştüklerini görmek, insanı cidden incitir.

Dâiremiz içinde bulunup: “Dünyâ ve özellikle memleket siyâsetiyle alâkadâr olmakla pek çok insanın mânevî kurtuluşuna vesîle olmak, az bir kâr mıdır?” diyenlere, Hz. Üstâd Bedîüzzamân cevap veriyor: “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve îmânın zedelenmesidir. Bunun çâre-i yegânesi nûrdur, nûr göstermektir ki, kalbler ıslâh olsun, îmânlar kurtulsun. Eğer siyâset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münâfık derecesine iner. Münâfık, kâfirden daha fenâdır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslâh etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifâka inkılâp eder. Hem nûr, hem topuz; ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nûra sarılmaya mecbûr olduğumdan, siyâset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihâdın muktezâsı ise, o vazîfe şimdilik bizde değildir. Evet, ehline göre kâfirin veyâ mürtedin tecâvüzâtına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nûra kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok.”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*