İslam Yaşar′dan Avustralya’dan Avusturya’ya

Hayat harekettir. Bu hakikati esas alarak hayata hareket nazarı ile bakıldığında, ‘hayatı imanla hayatlandıran’ Nur hizmetinin de maddî ve mânevî yönden nuranî hareketler silsilesi olduğu görülür.

Herhangi bir yerde Risale-i Nur hizmeti başladığı zaman; başlatanların ihlâsı, samimiyeti, gayreti, fedakârlığı nisbetinde hareket hızlanır, mahallin hududunu aşar ve oradan çok uzak diyarlardaki Nur hizmetlerinin de hareketlenmesine vesile olur.

Bediüzzaman Said Nursî, yıllar önce hapishane zindanlarında, sürgün diyarlarında başlatmıştı Nurun intişarını. Zamane zalimlerinin meş’um muamelelerine rağmen onun ve talebelerinin ihlâsı sayesinde zindanlardan, sürgün diyarlarından evlere; evlerden dershane tâbir edilen Nur medreselerine geçmiş ve memleketin her yerine yayılmıştı.

Nur hareketinin intişarına mani olmaya çalışan zamane zalimleri ‘Edirne’den Van’a kadar / Benim güzel bir yurdum var’ diyerek yeni nesillerin idrakini Misak-ı Millî sınırları içine hapsetmeye çalışırken dünyayı bir şehre benzeten Said Nursî, ‘vatan sathını mektep yapmış’ ve dünyaya el uzatmıştı.

Bediüzzaman, hayatta iken Hicaz’dan Vatikan’a, Japonya’dan Amerika’ya kadar dünyanın pek çok yerine Nur Risalelerini göndermiş, fedakâr talebelerinden müteşekkil Nur hareketini tesis etmiş ve bütün dünyayı ihata eden cihanşümul bir hizmet zemini hazırlamıştı.

Risale-i Nur’u okudukça ruhu nurlanıp idraki hareketlenen Nur Talebeleri, çeşitli vesilelerle gittikleri yerlere ‘hava gibi, ekmek gibi, su gibi’ ihtiyaç hissettikleri Nurları da götürmüşler, okuyup okutarak hakikate müştak, Nura müheyya gönülleri de harekete geçirmişlerdi.

Böylece dünya hizmet zemini hâline gelmişti.

Nur hareketi, Risale-i Nurların telif edildiği Anadolu’dan çok uzak diyarlarda da yayılmaya başlamıştı. Dünyanın çeşitli ülkelerinde açılan hizmet merkezlerindeki tenevvür hareketi, oralardaki Nur Talebelerinin talebi üzerine Anadolu’yu da hareketlendirmişti.

‘Hayat harekettir’ hakikatini, ‘Hizmet harekettir’ hâline getiren bu hareketlenme, Anadolu’da mukim pek çok Nur Talebesi gibi bizi de hareketlendirmişti. Avustralya Nur Vakfı’nın daveti üzerine bir süre önce dünyanın öte ucundaki kıtaya kadar gitmiş ve Risale-i Nur hizmetlerinden feyz alıp Nur Talebeleri ile müşerref olmuştuk.

Vatana döndükten bir süre sonra, bu sefer Avrupa’dan, kıtanın ortasında yer alan Avusturya’dan geldi davet. Ben de, eşim Ayşenur Hanımla birlikte, Avusturya Eğitim ve Kültür Vakfı’nın talebi üzerine; Avustralya ile aralarında, muhtemelen isimlerinin telaffuz benzerliğinden başka bir yakınlık olmayan Avusturya’ya hareket ettik.
* * *
Güzergâhımız yine gökyüzüydü.

Biz yol şartlarına âşinâ olmaya çalışırken havalanan uçak rotasını Viyana’ya çevirdi. Yolculuğun ilk safhasında uzun uzun gökyüzünü tefekkür ve bulutları temâşâ ettik. Sonra da medrese-i tayyarede ders yapmak üzere yanımıza aldığımız İsm-i Azam Risalesi’ni açıp okumaya başladık.

“Tanzif-i Kudsî’den gelen o emri, göz kapakları gözleri temizlemek ve sinekler kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi koca hava ve bulut dahi dinler. Hava zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra gökyüzünü çok zaman kirletmemek için çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş parıl parıl parlar gösteriyor.”

Daha Birinci Nükte’nin başlarında karşımıza, içinde bulunduğumuz ahvâle ayna olan bu paragraf çıkınca, rüzgârın tesiri ile çok hızlı hareket ederek bulutlara bakarak ism-i Kuddüs’ü müzakere ve mütalaa edince iki saatlik yolculuğun nasıl geçtiğini anlayamadık.

Viyana’ya iner inmez soluğu, orada okuyan talebelerin kurduğu WONDER’in konferans salonunda aldık. Kur’ân-ı Kerîm tilaveti ve Cemil Şeker’in takdiminden sonra salonu dolduran çeşitli cemaatlere, tarikatlara, fikir gruplarına mensup hayat dolu gençlerle, ‘Gençlik ve Hayat’ mevzuunu konuşmak heyecan verici idi.

Konferanstan sonra başlayan çaylı kahveli sohbet faslında, sorulan soruların tamamının Türkiye’de yaşanan son hadiselerle ilgili olması, memleket meselelerinin, dışarıda yaşayan vatandaşlar tarafından dikkatle hatta merakla takip edildiğini gösteriyordu.

Sorular, taraf izhar eder tarzda arka arkaya gelince, herkesin içinde bulunduğu ruh hâlini tatmin edecek taraflı cevaplar beklediğini hissettim. Vereceğim en makul cevapların bile tarafları tatmin etmeyeceğini, aksine günlerdir yaşandığı anlaşılan tartışmaları alevlendireceğini anlayınca meseleye girmemenin daha doğru olacağını düşündüm.

“Bildiğimiz gibi kış mevsiminde yaşıyoruz. Türkiye’de kışlar bazen çok soğuk ve sert geçer. Değişik yönlerden esen rüzgârlar ve kopan fırtınalar yüzünden bazı hasarlar olur ama kış geçip bahar gelince hepsi unutulur. Şiddetli kışlar, ‘cennetâsâ baharların’ çabuk gelmesine vesiledir. Bunun için duâ edelim” diyerek soruları geçiştirdim ve dershaneye gittik.

Viyana’da yeni açılan Nur medresesi kısa zamanda, Türklerin yanı sıra çeşitli Müslüman milletlere mensup gençlere de hitap edecek seviyeye ulaşmıştı. Onlarca gencin iştiraki ile haftanın üç günü mesleki, iki günü umumî Nur dersleri yapmaları da bunu gösteriyordu.

Medresede kalan ve misafir olarak gelen gençlerle gece geç saatlere kadar devam eden sohbet de ekseriyetle Türkiye’deki hadiseler üzere idi. Fakat orada ferdî fikir mütalaalarından ziyade Risale-i Nur’dan bahisler okunduğu ve bir bakıma Bediüzzaman konuştuğu için heyecanlı hisleri teskin etmek pek zor olmadı.

İkinci gün İlâhiyât Fakültesi mesabesindeki bir okulun seminer salonunda Avusturya Nur Cemaati’nin tertip ettiği, Yeni Asya okuyucusu gençlerin de destek verdiği eğitim seminerlerine konuşmacı olarak katıldım. ‘Bediüzzaman Said Nursî’nin Hayatı, Eserleri, Hedefleri’ konulu serî seminer, safhalar hâlinde gün boyu devam etti.

Programlarda birbirlerine destek veren Yeni Asya Cemaati ile Avusturya Nur Cemaati’nin, her zaman kendi medreselerinde yaptıkları Risale-i Nur derslerini—o güne mahsus da olsa—Cumartesi akşamı birlikte yapmaları, cemaatlerin kaynaşması açısından güzel bir adımdı.

Ertesi günü Avusturya ile hasbihâle ve Viyana’yı tenezzühe, temâşâya ayırdık.

Tıpkı Avustralya gibi Avusturya da kanlı savaşlar sayesinde tanışıp dost olduğumuz bir milletti. Avustralyalılar Çanakkale’den dönmüşlerdi. Biz Viyana’dan. Çanakkale’de Anzakların mezarları vardı, Viyana’da Osmanlıların eserleri, izleri.

Viyana’yı canları pahasına savunarak Osmanlıların Avrupa içlerine doğru ilerleyişini durdurmakla övünen Avusturyalılar, zaferlerinin delili saydıkları için muhasara sırasında otağ kurulan tepeden çadırlara, yeniçeri kıyafetlerinden, silahlara, bazı tarihî binalardaki gülle izlerinden kabartmalara varıncaya kadar Osmanlı’ya ait pek çok şeyi korumuşlardı.

Sarayları, kiliseleri, katedralleri, müzeleri, parkları, evleri, taş döşeli sokakları, geniş meydanları ile binlerce yıllık tarihe sahip olduğunu gösteren ve temizliği, sakinliği, yeşilliği, güler yüzlü, neşeli insanları ile dikkat çeken Viyana; yaşamak kadar gezmeye de doyulamayacak bir şehirdi.

Avustralya’nın, yüz elli iki yüz sene önce kurulan Melbourn şehrinden sonra Avusturya’nın, binlerce yıllık mazisi olan başşehri Viyana’yı da gezince, bu iki şehrin neden yıllardır dünyanın yaşanabilir en iyi şehirleri seçildiklerini daha iyi anladık.
Şehri yaşanabilir hâle getiren şey, tarihi ve tabiatı değil insanlarıydı.

UHUVVETİN UHREVÎ HAZZI…    

Viyana’dan sonraki durağımız Steyr’di.  Ancak akşam saatlerinde varabildik şehrin Grünburg kasabasındaki hizmet merkezine. On dört yıl önce on gün kadar kaldığım, daha sonra da birkaç sefer uğradığım Nur dershanesi satın alınmış, yenilenmiş ve hanımların da müstakil ders yapabilecekleri şekilde genişletilmişti.

Yıllar önce, büyük fedakârlıklarla dershaneyi açan Nur Talebeleri, aralarına katılan yeni gençlerle birlikte hizmetlerine devam ediyorlardı. Oradaki derslerin yanı sıra şehrin merkezinde müsait bir daire buluncaya kadar salonu andıran bir otel odasını kiralamışlar ve aralarında Müslüman olmuş Avusturyalıların da bulunduğu cemaatle haftanın muayyen günlerinde muntazaman dersler yapmaya başlamışlardı.

Önceleri evlerinde münferiden Risale okusalar da, ancak yılda bir sefer düzenlenen aile programlarında toplu olarak Risale-i Nur dersleri dinleyebilen hanımlar da haftanın muayyen günlerinde dershanelerinde dersler yaparak hem kendilerini yetiştirme, hem de Risaleleri başkalarına tanıtıp anlatma gayreti içine girmişlerdi.

Nasarâ diyarında, İslâm’ın inkişafına ve Risale-i Nur’un intişarına şahit olmanın şevki içinde katıldık çocukların, gençlerin Risale okuma programlarına. Gündüzleri onların eğitimleri ile meşgul olduk, akşamları da kâh orada, kâh çevre il ve ilçelerde yapılan Nur derslerine iştirak ettik.

Kendilerine hususî bir dâvet yapılmadığı hâlde, bilhassa Grünburg’da yapılan derslere başka cemaatlere mensup kişilerin de gelmeleri ve bizi kendi dershanelerine dâvet etmeleri, Viyana’da başlayan müşterek faaliyetleri ve cemaatî münasebetleri devam ettirme temayülü içinde olduklarını göstermekte idi.

Farklı cemaatlerin Linz şehrinde müstakil Nur medreseleri vardı. Maiz’de de haftanın muayyen günlerinde evlerde dersler yapıyorlardı. Arkadaşların istişare ederek dâvete icabet etmeye karar almaları üzerine biz de birkaç kişi ile birlikte oradaki derse katıldık.

Avusturya’daki ilk haftamız böyle geçti. Hafta sonu, her sene yılbaşı tatilinde Ahlen’de yapılan Avrupalı Nur Talebelerinin umumî görüşme toplantılarına katılmak üzere, ‘Yazdan kalma’ diye tabir edilen güzel bir günde on kişilik bir ekiple Almanya’ya hareket ettik.

Yüz kırk kilometre hızla geçtik Avusturya’dan Almanya’ya. Bir zamanlar dikenli tellerle çevrilen, mayınlı tarlalarla korunan, ihlâl edildiği takdirde iki taraftan da yüzlerce askerin ölümüne sebep olan sınırların kaldırılması, insanların karşıya geçmek için günlerce sıra beklediği pasaport kontrol kulübelerinin kapatılması, arabaların bir an beklemeden vızır vızır işlemesi, demokrasinin ve insan haklarına saygının, insanlığı getirdiği seviyeyi göstermeye yetiyordu.

Bu hârikulâde hürriyet tablosunu görünce gayri ihtiyarî İslâm âleminin hâl-i pür melâlini hatırladık. İslâm devletlerinin kendi içlerindeki karışıklıkların ve birbirleri ile olan problemlerin sebeplerini düşünüp çarelerini ararken cep telefonu ile oynadığını zannettiğimiz arkadaşın sesi yükseldi.

“Ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünkü bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadları ve imamları ve İslâmiyetin mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Husûsan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hakimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserîsinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz.”

Bediüzzaman Said Nursî, yüz sene önce Şam’daki Emeviye Camii’nde hutbe verirken söylemişti hâlin hatalarını tesbit edip istikbal için ümit veren bu sözleri. Hadiseler, aradan bir asır geçmesine rağmen İslâm âleminin hâl-i pür melâlinin pek değişmediğini gösteriyordu.

Biz Üstadın mezkûr sözlerini mütalâaya başladığımız sırada ‘Avrupa bedelini ödediği hürriyeti yaşıyor. Müslümanlarsa müstakbel hürriyetin bedelini ödüyor’ dedi paragrafı okuyan arkadaş.

Bize de susmak kaldı.
***
Ancak gece yarısından sonra varabildik Ahlen’e.

Avustralya Nur Talebeleri için Melbourn ne ise, Avrupa Nur Talebeleri için de Ahlen o idi. İmkânlar o kadar geniş, mekân o derece mükemmel, hizmetler de o nisbette hareketliydi.

Gün boyu Avrupa’nın her yanından Nur ahvâlli insan aktı Almanya’nın orta yerindeki bu küçük şehre. Her gelen, hasret hisleri içinde orada olanları ‘kardeşim’ diyerek bağrına bastı. İlk defa görüşenler tanıştı, tanışanlar musafaha muanaka etti, halleşti dilleşti, görüşüp konuştu. Herkes her hâli ile uhuvvetin uhrevî hazzını, muhabbetin mânevî huzurunu yaşadı.

Akşama doğru, aynı zamanda dershane ve mescid olarak da kullanılan geniş salonda, programın toplantı faslına geçildiğinde, yarımşar saat ara ile kürsüye farklı kişiler çıktı. Risalelerden; memlekette, ülkede, dünyada yaşanan hadiseleri izahî mahiyette ve zihinlerde doğan sorulara cevap sadedinde bahisler seçildi.

Yani, münhasıran Risale-i Nur okundu ve sadece Üstad konuştu.  

Zaten maksat da oydu.

Maksat hâsıl oldu…

Her Nur Talebesinin, hususan Avrupa’da yaşayanların mümkünse her sene, değilse hiç olmazsa ömürde bir defa yaşamaları gereken bu samimi kardeşlik kaynaşmasından biz de ziyadesiyle hissedar olduktan sonra şehri gezdik ve Nürnberg şehrine gittik.

Almanya’nın, tarihî çehresi hassasiyetle korunan bu kadim şehrine yıllar önce gelmiş Nur Talebeleri. Önceleri birlikte hareket edip dershaneler açmışlar, dersler yapmışlar. Seksenlerde, doksanlarda Türkiye’de yaşanan bazı hadiseler sebebiyle aralarına ihtilâf girince ayrılıp kendi başlarına hareket etmeye başlamışlar. Belki de bu yüzden hizmet fazla inkişaf etmemiş.

Yeni Asya ekolü, birkaç sene önce faaliyete geçmiş Nürnberg’de. Şehrin merkezinde güzel bir Nur medresesi açılmış. Haftanın muayyen günlerinde gündüzleri hanımlar, akşamları erkekler dersler yapmaya başlamışlar ve kısa zamanda bir hayli mesafe katetmişler.

Nürnberg’de iştirak ettiğimiz derslerde ve Nur Talebeleri ile yaptığımız sohbetlerde gördük ki bu ekol mensuplarının henüz sayıları az, ama azimleri, kararlılıkları fazla. Kemiyet olmasa da keyfiyet var.

İnşaallah ihlâsları da tamdır.

Nürnberg’den dualarla ayrıldığımız günün akşamı, Grünburg’da dualarla karşılandık. Hanımlar zaten derslere de okuma programlarına da hiç ara vermemişlerdi. Biz de hemen o akşam derslere başlayarak kaybettiğimiz zamanı telâfi etmeye çalıştık.

Avusturya seyahatinin bu ikinci safhasında da her gün farklı bir yere gidip değişik insanlarla görüştük, ama derslerin dışındaki sohbetlerde hep Türkiye’de yaşanan hadiselerle ilgili sorularla karşılaştık. Gurbet garipleri, memleket meselesi addettikleri hadiselerle; şahsî, dinî, ailevî meselelerinden çok daha fazla ilgileniyorlardı.

Televizyon kanallarında ve internet ekranlarında ulu orta serdedilen kanaatlerin, insanların zihninde tam bir kanaat kargaşası meydana getirdiğini ve dünyalarını alt üst ettiğini görünce, sorulara Risale-i Nur’dan ilgili bahisleri okuyarak cevap verdik. Soru soranların yanı sıra dinleyenlerin de hâllerinden ve ifadelerinden, Risalelerdeki izahların zihinlerdeki kargaşayı büyük ölçüde ortadan kaldırdığı ve insanları hissen rahatlattığı anlaşılıyordu.

Avustralya’da olduğu gibi Avusturya’da da seyahatin son günleri serî seminer ve konferanslarla geçti. Cemaatinin ekseriyeti Yozgatlılardan meydana geldiği için o sıfatla anılan Yavuz Camii’nin konferans salonunda birer gün ara ile yaptığımız Risale-i Nur muhtevalı ‘Gençlik’ ve ‘Aile’ konulu konuşmalar, Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u geniş çevrelere duyurmaya vesile oldu.

Bu arada fırsat buldukça gittiğimiz şehirlerin tarihî eserlerini görüp tabiî güzelliklerini gezmeyi, başından kar, eteğinden duman eksik olmayan Alp dağlarına tırmanmayı, nehir boylarında gezi yollarında yürüyüş yapmayı da ihmal etmedik.

Hülâsâ, Avustralya’da olduğu gibi Avusturya’da da derslerle, konuşmalarla, sohbetlerle, tenezzüh tefekkür ve temâşâ gezileri ile oldukça feyizli, verimli, zevkli geçen on beş günün ardından İstanbul’a avdet ettik.

Elhamdülillah…

TEŞEKKÜR

İsmail Öztaş Beye, eşi Tülay Hanıma; Yaşar Beye, eşi Şâdımân Hanıma; Bilâl, İsmail, Mücahit, Atalay, Hüseyin, Alaeddin, Üzeyir, Mevlit, Ömer, Abdullah beylere, ailelerine ve Nur Hareketinin bütün isimsiz kahramanlara gösterdikleri misafirperverlikten dolayı, Saadet-i Dâreyn’e mazhariyet duâlarıyla teşekkür ederiz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*