İsmail Özdemir’den Nurlu hatıralar

Hayatımı Risale-i Nur şekillendirdi
Nurlar ile geçen bir hayat…
İşte İsmail Özdemir…
Yıllardır nesebî kardeşimden daha değerli can kardeşim…
Kendisi başarılı bir iş adamı…
Dâvâsına bağlı…
Samimî, hasbi ve ihlâsla geçen bir hayat…
“Bizim mesleğimiz sahabe mesleğinin bir cilvesidir” demişti Bediüzzaman…
Onların mesleğini meslek kabul ettik.
Uzun yıllar bir ve beraber olduk.
Yıllarca ülkemizin yollarını beraber aşındırdık, hâlâ da aşındırıyoruz.
Hatıralarını göndermesini rica ettim.
Kırmadı gönderdi.
İşte İsmail Özdemir.
Satırları ile baş başasınız.
***
MEKTUPLAŞMALAR…

Ortaokuldan mezuniyetimiz Necdet Pehlivan ile beraberdir. Necdet Pehlivan benden daha dindar ortamda yetişmiş kafa dengi bir arkadaşımdı. Karar vermiştik, “Bugün” gazetesine “Müslüman, dindar insanlarla mektuplaşmak istiyoruz” diye bir yazı gönderdik. Yazı yayınlanınca bana ve Necdet Beye 40–50 kadar mektup geldi. Gelen mektupların içerisinde Nur Talebesi ağabeylerimiz de vardı. Yurtdışından Pakistan ve Yunanistan’dan Türkçe mektuplar geliyordu. Dinî bilgilerimiz yetersiz olduğundan gelen mektuplarla fikir teatisinde bulunabilmemiz için yeni yeni kitaplar alıp okumamız gerekiyordu. Çünkü her gün 2-3 mektup cevabı yazmamız gerekiyordu.

Fatih Kitabevi adında bir kitapçı açılmıştı. Oradan harçlıklarımızla kitaplar almaya başladık. Bu okumalarımız yaz tatillerinde de devam ederdi. Necdet Beylerin köyündeki koyunları kıra bırakır, biz karşılıklı kitap okurduk. “Minyeli Abdullah” ile “Tarihin Şeref Levhaları” isimli kitaplar en çok sevdiğimiz kitaplardı. Bunların yanında Mevdudi’nin, Kutup ailesinin kitapları da bulunuyordu. Ancak bizim o eserlere meylimiz ve ilgimiz yoktu. Böylece kültürümüzü arttırarak bize gelen mektupları cevaplamaya çalışıyorduk.

RİSALE-İ NUR’U TANIYORUM

Bir gün Düzce’de E-5 yolunun kenarında top oynuyorduk. Mahalle takımının antrenmanı vardı. Sahanın kenarında (yaz mevsimiydi) bir adam koyu takım elbisesi, elinde çantasıyla bizi seyrediyordu. Sabırla bizi seyretti. Antrenman bitince saha kenarına geldim. Bizi seyreden kişi kendini tanıttı. Adım “Can Alpgüvenç” dedi. Bu adam bizim gazeteye gönderdiğimiz ilânla bize mektup gönderen kişilerden biriydi. Mahcubiyet içerisinde tanıştık. İktisat Fakültesinde tezkere bırakanlardan biriydi. Bana Küçük Sözler ve İhlâs Risalelerini vermişti. Risale-i Nurlarla böylece tanışmış oldum.

Bu arada mektuplar gelmeye devam ediyor, ben de sürekli bunları okumaya ve cevaplandırmaya çalışıyordum. Okullar açılmadan evvel bir gün yine Yusuf Mercan isimli muhterem bir ağabeyimiz gelmişti. O da mektuplaştığımız kişilerden biriydi.

Yıldız Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünde okuyordu. Müşfik bir insandı ve devamlı Üstad’ı anlatıyor, yakın tarihe ilgi çekiyordu. O akşam Necdet Pehlivan kardeşimizin köyüne gittik. Köyde tanıştığımız kişileri de çağırmış, ilk ders ortamını da böylelikle sağlamıştık. Yusuf Mercan anlatıyor, biz dinliyorduk.

Üstad’ın Rus başkumandanına esir kampında ayağa kalkmayışını, Mardin’de cami şerefesinin korkuluğunun üstünde dolaşmasını, mağaradan düşmesini vs. anlattı. Çok şaşırmıştım. Bu Üstad denilen zat nasıl bir kişiydi ki anlatmakla bitiremiyordu. Anlatılanlar o gün bana biraz abartılı gelmişti. Geç vakit oldu, herkes istirahata çekildi.

O gece yattığım geniş oda bana dar geldi. Üstad rüyama girmişti. Beni azarlıyordu. “Aman Allah’ım ben ne yaptım?” diye abartılı zannettiğim bu hayatı umumen kabul edeceğimi belirttim. Uyandığımda kan ter içerisindeydim. O saatten sonra sabaha kadar uyuyamadım. O gece Risale-i Nurlara teslimiyetimi deklare etmiştim. Bir daha böyle düşünmeyeceğime söz verdim. O sözümde hâlen durduğumu zannediyorum. Bunu Üstadla sonradan mülâki olduğum rüyalardan da anlıyorum.

1968-69 yıllarında Lise hayatıma iyi bir esnaf, ticaret erbabı olmak maksadıyla Endüstri Meslek Lisesinde devam ederken, Necdet Pehlivan kardeşimiz ise Bolu Öğretmen okulunda Lise hayatına devam etmeye başladı. Okula giderken Can Alpgüvenç ve Yusuf Mercan İstanbul’da bulunduklarından sık sık İstanbul’a gidiyor, derslere katılıyordum. Düzce Müftüsü Selahattin Kaplan Hoca ile tanıştım. Kendisi âlim ve fazıl bir Nur Talebesi idi. Onunla ben de derslere gidiyordum. Adapazarı Orman Köyünde Mustafa isminde bir ağabeyimiz vardı. Her hafta Müftü Efendi ile oraya derslere gidiyorduk. Her gün yeni yeni heyecanlar yaşıyordum. Düzce’de dershane yoktu. Müftü Efendi, Hayri Kadıoğlu, Osman Akdüz Ağabeylerle bir araya geliyor, sohbetler yapıyorduk.

Bu ağabeylerle okuldaki arkadaşlarımı tanıştırıyordum. Düzenli derslere doğru bir gidiş başladı. Adapazarı’nda Şaban Toktamış, Gölcük’te Talip Çiçek, İzmit’te Gürbüz Ağabey ve Bolu’da Sadı Karamık ile de sıkça görüşüyorduk. İstanbul’a derse gitmeye karar verdim.

Günlerden Cuma idi. O akşam evimizde ders yaptık. Cumartesi günleri öğlene kadar okula gidiyorduk. Cuma gecesi sabaha karşı rüyamda okulun malzeme verir gibi raftan Mesnevî-i Nuriye’yi verdi. O zaman bende sadece Sözler ve İşâratü’l-İ’câz vardı. O kitabı o kadar çok sevmiştim ki, rüyamda adeta kitabı okşuyordum. Ne kadar güzel deyip sevinmiştim. Cumartesi öğlenden sonra İstanbul’a Can Alpgüvenç Ağabeyin Karagümrük’teki evine gittim. Bir baksam ne göreyim, kitaplıkta Mesnevî-i Nuriye! Hayretimi gizleyemedim. Can Ağabey sordu “Ne oldu?” diye. “Ben bu kitabı rüyamda gördüm” dedim ve rüyamı anlattım. Onun da bu durum hoşuna gidince bana o kitabı üzerine hatıra yazısı ile birlikte hediye etti. Bir hafta veya on gün içinde Sözler’i okumuştum. Sonradan Mesnevî-i Nuriye’yi okudum. Bu arada aynı günlerde İttihad gazetesini de satmaya başladım. Haftada 200–250 adede kadar çıkmıştı ki Yeni Asya yayın hayatına başladı.

OKULDA BİR HATIRA

Din derslerimiz boş geçiyordu. Boş geçmesin diye fen dersleri öğretmeni Işık İşler Bey din derslerine girmeye başladı. Işık Bey, “Ben din dersinden anlamam, kim din dersi yapmak istiyor” deyince, ben de hemen Azam Yılmaztürk ile beraber parmağımızı kaldırarak bu dersleri yapmak istediğimizi bildirdik.

İlk dersimiz Tabiat Risalesi’nden olmuştu. Her hafta dersler birbirini takip ederken son hafta yazılılarımız çoktu. Ben de kâğıda yazıp gidiyordum. Bu sefer Sözler kitabı ile birlikte gittim. Yanımda Azam Yılmaztürk amfi sınıfında ders okumaya başladım. 32. Sözün haşiyesini okuyordum. İnsan vücudunu anlatıyor, harika misaliyle hakikate geçiyordu. Hoca ise kıpırdamadan dinliyordu. Kocaman kırmızı kitabı görünce bize dedi ki: “Yahu nedir bu kitap?” Kitabın kapağını okuyunca da “Bu Nurculuk kitabı!” deyip feveranı bastı. Bizi de idareye vererek, okuldan uzaklaştırma gibi cezalar verilebilirdi ki onu da veremediler.

DÜZCE’DE DERSHANENİN AÇILIŞI

Kutlular Ağabeye telefon açtım. “Ağabey, bizim burada hizmetler çok güzel, ancak talebeyiz, fakiriz, bize biraz yardım yapın” demiştim. O zaman ilk fırçamı yedim. “Kardeşim, biz burada parasızlıktan kıvranıyoruz, başınızın çaresine bakın” dedi, fakat yine dayanamadı açılışa gelirken bir miktar yardım yapmıştı. Cuma günü akşamı derse geldi, yerde bir Gaziantep kilimi, bir hasır, duvarlara yaslanmak için duvar yastıkları, minderler, iki odalı tek katlı bahçe içinde ağaçlar arasında küçük bir dershane. Kutlular Ağabey bir taraftan kitap okuyor, bir taraftan sivrisinek kovalıyordu. “Ben burada mı yatacağım?” diye bize sordu. Sonra onu evde misafir ettik. Ancak İbrahim Yılmaztürk Ağabey—Azam’ın babasıydı, o akşam orada yatak yorgan yoktu—orada kaldı. Kilime sarılmış uyumuştu. İki üç ay geçmişti. Artık orası bize yetmez olmuştu. Bu sefer aynı binanın ön tarafı daha geniş olduğu için taşındık taşınmasına, fakat orası da bize dar geliyordu.

İmam-Hatip Lisesi’nden Salih Çökren, Hüseyin Aslan, Kızılay yurdunda kalan Süleyman Bilen sınıflarında müthiş hizmetler yapıyorlardı. Radyoda akşam haberlerinde “Nurcular yakalandı” haberlerini sıkça duymaya başlamıştık. Ayhan Bakır’ın babası polislerden tanıdıkları vasıtasıyla “Baskın yapılacak” haberleri geliyordu. Polis cipleri taciz için dershanenin önünden geçiyordu. Dershane ise bu sırada tıka basa dolu olup ayakkabılığa kadar taşıyordu.

NUSRETTİN CAMİİ’NİN KARŞISINDAKİ DERSHANE

Nejat Uşun Kdz. Ereğli’den gelen vakıf idi, kendisine has tarzları oluyordu. Hizmeti de çok oldu. Mehmet Civelek bana, “Konuralp’te bir define biliyorum” dedi. Ben de Salih Çökren’e söyledim. O da “Ben duâsını okurum” dedi. Paramız yok, pulumuz yok, ne ile tutacağız dershaneyi? Çocukluk işte!

Çarşamba günü kararlaştırdık. O gece define avcılığına gidecektik. O gün okul öğlene kadardı. Eve uğramadan dershaneye gittim. Mehmet Civelek kazı için gerekli olan kazma, küreği getirmişti. Bu arada dersanede otururken Nejat Uşun geldi: “İsmail kardeş müjde!” dedi. Heyecan ve merakla, “Ne oldu?” dedim. “Gelirken Orman Köyüne uğradım. Mustafa Ağabeye durumu anlattım. O da kirayı ödemeyi üstlendi” deyince çok sevindik. Define aramaya gitmeden, define ayağımıza gelmişti. Biz de define aramaya gitmekten böylelikle vazgeçtik. Salonlu, müstakil mutfağı bulunan, banyo ve wc’si içeride, iki de ayrı odası bulunan evi tuttuk ve dershane olarak kullanmaya başladık.

Dersanemizin tefrişi için 8’ler mağazasına gittim. Hizmeti bilen kişilerdi. Orman Köyünden Mustafa Ağabey onların büyük ortağıydı. Ali Uçar Ağabeyin Almanya mektuplarını okudum, Mustafa Ağabey ağlayarak beni dinliyordu. Mağazanın muhasebesine bakan Murakıp Şaban Bey bize kulak misafiri olmuş. Konuşmalardan çok etkilendiğini, kendisinin de bize yardım etmek istediğini söyledi. Ben de “Bizim hizmetimizde ‘istiğna’ düsturu var, kabul edemem, hizmetimizi bilmeyen, derslerimize katılmayanlardan yardım almıyoruz” deyince çok şaşırmıştı. Fakat sonra da bu arkadaşımız Külliyat’ı aldı, derslere gidip gelmeye başladı. Çok daha sonra da evini hizmette kullandık.

Aradan geçen zaman zarfında gördük ki bu dershane de bize yetmiyor. Cedediye Camii’nin kıblesinde bulunan Hayri Ağabeyin berber dükkânının üst katını tuttuk. Yeni yere eşyaları taşımak üzere bir at arabası geldi. Fazla eşyalarımızı yüklemeye başladık. Bu arada dershanenin sahibesi Nuriye Teyze beni çağırdı. Bir yandan “Oğlum, evi neden boşaltıyorsunuz? Biz sizden çok memnunuz” diyor, bir yandan da gözlerinden akan yaşları siliyordu. Nuriye Teyzeye “Evi sizinle ilgili bir sebepten boşaltmıyoruz. Burası artık derslerimize gelen kişilerin fazlalaşmasından dolayı bize yetmemeye başladı. İkinci bir yer tuttuk, eşyaları oraya taşıyoruz” dedim. Böyle olmasına çok sevindiğini söyledi ve bir gece rüyasında gördüklerini bana anlattı. Anlattığına göre, rüyasında dershane olan evinin üstünde bir Nur halesi 7 kat semaya kadar yükseliyormuş ve evin içinde kalan talebeler birbirlerine yastık atıyorlarmış. Bunları anlatırken elinde bizim kendisine hediye ettiğimiz o zamanki deri ciltli, Büyük Cevşen vardı. Nahit Topaloğlu da, evi Düzce içinde olmasına rağmen bu dershanede başlamıştı.

İstanbul’da Kirazlımescit sokağında bulunan Zübeyir Ağabeyin Süleymaniye dershanesine uğrar, kitaplar alırdık. Mustafa Ekmekçi Ağabey de bizi sessiz konuşmamız için ikaz eder, Zübeyir Ağabeyin hastalığını hatırlatırdı.

Hocamız, başkanımız, reisimiz velhâsıl-ı kelâm bir liderimiz yoktu ki bizi yönetsin. Zaten Risale-i Nur’dan aldığımız derslerden ve Üstadın da “Ben de sizin ders arkadaşınızım” demesi, kardeşler arasındaki uhuvvetin, muhabbetin, tefani sırrının had safhada olduğunu derslerimize ilk gelenler itiraf ederlerdi. Kardeşlerin isimlerini söyleyerek “Ben de böyle bir insan olmayı arzuluyorum” diyenlere şahit oluyorduk. Her yaptığımız işi meşveretle yapıyorduk. Derslerde önce imanî bahisler sonra lâhikalar, meslek ve meşrep dersleri prensip olarak oturmuştu. Yetişen talebeler ne menfî milliyetçi ne de siyasal İslâm taraftarı oluyorlardı. Çok kitap okuyorduk. Bunun sebebi de bu olsa gerek. Yani ihlâs düsturları her şeyin üstündeydi.

Okul bitip mezun olduktan sonra İstanbul’a geldik. Şehremini dershanesine yerleştim. İ. Ünlü, N. Tokdemir gibi ağabeyler vardı. Risale-i Nur okumalarımıza daha akademik anlayışımız geliyordu. Zaman zaman Kocamustafapaşa’daki “Seb’a Semâvât”a giderdik. Tahir Ağabeyin arkasında namaz kılar, ders dinlerdik. Tahir Ağabey odasına çekilir, özel programı ile meşgul olurdu. Bir gün cumhurbaşkanlığı seçimi vardı, turlar çok uzamıştı. AP’nin adayı Tekin Arıburun’du. Selamet Partisi ve Demokrat Parti de ayrı ayrı aday çıkarmıştı ve adaylarını bir türlü geriye çekmiyorlardı. Siyaset gündemi gitgide kızışıyordu. Yine seçim turlarının uzadığı bir günde dershanede otururken Tahir Ağabey kapıda bütün haşmeti ile dikilmiş “Rüştü seçim turları ne oldu?” diye soruyordu. Durum anlatıldığında Tahir Ağabey MSP ve Demokratik Parti’ye sitem etmişti. Biliyorsunuz  Demokratik Parti de çok yaşamadı. MSP ise malûmunuz…

BEKİR BERK AĞABEYİN MÜDAFAASI

Bekir Ağabey kitaplara sığmaz, kahraman bir zat, müthiş bir enerji ve fedakârlığı dillere destan, avukatlığı ise savcıları ve hakimleri tedirgin ederdi. Bolu mahkemesinde beraber sohbet ettik, çantasını mümkün mertebe kendisi taşırdı, fakat ben ısrarla elinden almıştım. Oradaki müdafaası da kitapların iadesi ile neticelenmişti. Daha önceden Bekir Berk Ağabeyin Çemberlitaş’taki yazıhanesine gittiğimizde, Dr. Sadullah Nutku Ağabeyi de ziyaret ederdik, o da bize risale okuyuverirdi.

Adapazarı baskınından sonra mevkuf ağabeyler İstanbul Sıkıyönetimine sevk edilmişlerdi. Mahkemeye İstanbul’da kaldığım için katılmak kolay olmuştu. Mahkeme Selimiye Kışlası’nda idi. 25-30 kişi bir araya geldik, mahkeme safahatını, dinleyici olarak takip etmek istiyorduk. Önce savcı konuştu. Üstad’a hakaretler yağdırdı, Risale-i Nurları karalamaya kalkınca, Bekir Ağabey çok celâllenmişti, sürekli notlar aldı, sıra kendisine gelince askerî savcıya dönerek müthiş bir müdafaa yaptı. Müdafaa sürdükçe savcı küçüldü, renkten renge giriyordu. Çeşitli sessiz tepkiler yapıyorduk ki, birden olan oldu, cübbesini çıkarttı masasının üstüne koydu, mahkeme heyetinden izin istemeden kapıdan çıktı gitti. Heyet birbirleriyle fısıldaştı, sonra 15 dakika ara verdiler. Bu arada Bekir Ağabey heyecanla koridora çıktığında ise hepimizle o müthiş musafahasını yaparak teker teker bizleri kucaklayıp “Kazandık, kazandık” diye şakalaşarak sevincini gösteriyordu. Tekrar salona girdiğimizde ise karar açıklandı, biz de ayakta dinledik. Yine 200 küsur mahkeme gibi beraat ve kitapların iadesi.

Ya Rab! Ne güzel bir tablo, nasıl bir sevinç, nasıl bir mutluluk, bu ancak ahirette bir daha yaşanması lâzım…

Aslında bu hatıraları, yaşadıklarımızı biz harem-i ismetimizde saklamıştık. Rahman ve Rahim olan Rabbimiz merhamet eder, bizi azat ederse, tekrar yaşarız bu hatıralarımızı diye ümit ediyoruz.

ASKERLİK VAKTİ

Nurcu olarak askere giden her kardeş gibi ben de kendimi hiç saklamadım. Dindar bir asker olduğumu açıkça ifade ediyordum. Şartlar oluştuğunda, izin alıp namazımı kılardım.

Acemi birliğinden sonra dağıtım yerim Erzurum oldu. Köşk mahallesinde ordu donatım taburu şehrin içindeydi. Kışlar çok sert geçiyordu. Karargâhta görevliydim. Tabur komutanı beni çok severdi. Tezkeremi alırken hatıra defterime benim için hakikî dindar, dürüst tabirlerini kullanmıştı.

RİSALE-İ NUR YAKALANIYOR

Askerde bonetler nöbetçisi İbrahim Ciliv’e 33 Pencere’yi tembihte bulunarak verdim. Daha önce epey ders yapmıştık. İbrahim, Erzurum’a nazır bir tepe üstünde nöbet yerinde oturmuş kitap okurken, baharın sıcaklığıyla da gevşemiş, tüfeğini yanına koymuş. Bu arada nöbet yerlerini kontrol eden iki pırpır başçavuş gelmiş bakmış ki bizim İbrahim kitap okuyor. Başçavuşun geldiğinden de haberi yok. Başçavuş İbrahim’in silâhını almış, “düş önüme” demiş. Başçavuş İbrahim’i tabur komutanının yanına götürmüş. Tabur komutanı, “Oğlum, evlâdım bu kitabı nereden aldın, sana kim verdi?” diye sormuş. İbrahim esas duruşta daha önce tembihte bulunduğum gibi cevap veriyor, “Cumhuriyet Caddesi’ndeki kitapçıdan satın aldım” diyor, ama komutan inanmıyor. Tekrar soruyor, cevap aynı. Yine soruyor, cevap bozuk plak gibi aynı.

Komutan beni çağırdı ve dedi ki “Bu…… nöbet yerini değiştir” ben de başüstüne deyip İbrahim’in nöbet yerini koğuşa yazdım. Bu arada İbrahim’e “Biz içeride cemaatle namaz kılarken Zeki Teğmen gelirse bize haber ver” diye tembihte bulundum. Teğmen gelirken bize haber verir, biz de pencereden çıkar uzaklaşırdık.
Aslında namaz yasak değildi. Fakat bu teğmen farklı bir din düşmanıydı ve benimle de epey uğraştı. Tabiî ki bir şey elde edemedi. Birlikte dinî bir hizmeti o da hissetmiş olacak ki rahatsızlığını belli ediyordu. Üsteğmen, Zeki teğmenle kamelyada sohbet ederken mevzuu bana gelince beni çağırttı ve “Sen namaz kılıyor musun?” diye sert bir şekilde çıkıştı. Ben de “Kılıyorum” dedim. Üsteğmen beni, namaz kıldığımı saklamadığım için tebrik etti. On – on beş gün sonra Zeki Teğmen aniden koğuşa baskın yapıyor ve koğuş nöbetçisi İbrahim Ciliv’e “İsmail’in yatağı neresi?” diye soruyor. Hedefi benim yatağımda bir şeyler bulabilmek. Neyse koğuşu aramaya başlıyor, girişte benim yatağım soldan ikinci ranzanın üstü. O ise sağdan başlıyor aramaya. Arama ne arama ki her tarafı alt üst ediyor, yastıkları etrafa savuruyor. Sıra benim ranzaya geliyor, altını yine aynı şekilde karıştırıyor. Üstünde benim yatağım, fakat benim yatağımın çarşafı bile bozulmamış bir vaziyette.

İbrahim akşam olunca olanı biteni bana anlatıyor, “Ağabey senin yatağına gelince adeta senin yatağını görmedi geçti, öbür yatağı aramaya başladı.” Halbuki yatağımın altında Cevşen görünüyordu. Ben de ibretle dinledim, sonra şöyle düşündüm: “Adi bir din düşmanının haddine mi düşsün, yastığımın altındaki Cevşenü’l-Kebir’i, Nur Risalelerini yırtmak.” Çünkü önüne çıkan müsbet menfî ne varsa yırtıp yakmak üzere koğuşun ortasında toplamış olduğunu gördüm. Rabbimize hamdederek, hıfz-ı İlâhînin devamını düşündüm.

Askerlikte ibadetlerimi hiç aksatmadım. Müsbet komutanlar da vardı, böyleleri de… Risale-i Nur’u tanıtma ve manevî hizmetlerimiz sürüp gidiyordu. Bazen birlikten, tel örgüyü kanırtıp yakındaki (100 m.) dershaneye gidiyor, derse katılıyordum, bazen onlar geliyorlardı.

BİR İFTAR AKŞAMI…

Salih Çökre’nin kaldığı Köşk dershanesine çok gidiyordum. O akşam da iftar için dershaneye gitmeye karar verdim. Dershanenin kapısı ile tabur komutanının oturduğu dairenin kapısı karşılıklı idi. Bir meydandan apartmana giriliyordu. Kapının zilini sık sık çalıyorum, ama kimse açmıyordu. Aman Allah’ım ne yapayım! Öyle heyecanlanmıştım ki tabur komutanının sert, tok, kaba sesini duyuyordum, dışarı çıkmak üzere idi, ben de kapısının dışındayım. Dışarıda bulunmam ise suçtu.

Dışarıya çıksam apartmanın önü meydanlık, beni orada da görecek, son bir gayretle zile asıldım, “Lâ havle” diyerek Salih kapıyı açtı, ben içeriye daldım. Tabur komutanı da dışarıya çıkmak için kapıyı açmış oldu. Fakat ben içerideyim ve beni görmedi. Yine hıfz-ı İlâhî imdadımıza gelmişti. Bu tarz heyecanları her gün yaşar hâle geldim. Anlatsam kitap olur. Çok ibretli hadiseler oldu. Ben şimdi düşünüyorum ve hayret ediyorum, nasıl açık bir hıfz-ı İlâhî ki o şartlar altında kendini gösteriyordu.

20 ayım askerlikte her günü heyecanlarla geçti, hizmetten geri kalmadık. Her bulunduğumuz yerde cemaat oluşturduk, cemaatle ibadet yaptık, istişarelerde bulunduk. Bu durumu takip eden Selametçi bir başçavuş vardı. Beni çağırdı sordu: “Ben bu işi rütbem olduğu halde yapamıyorum, sen nasıl yapıyorsun?” dedi. Ben de ona “Siz bu işten anlamazsınız, çünkü siz devleti kurtarmaya yönelmişsiniz, biz ise imanları” deyince bana hak verdi. Başkalarının imanına kuvvet vermeye çalışırken kendi imanımızı güçlendirmeye çalışıyorduk. Acemi birliğimizde de aynı şeyleri yaptık. Erzurum’da dağıtım olduğum yerde de Nurları her yerde okumaya devam ettik. Yalnız kaldığım zamanlarda da, sıkıntılı zamanlarda da.

Bazen bu vaziyetim arkadaşlarımın dikkatini çektiği zaman bana soruyorlardı: “Bana da namaz kılmayı öğretir misin?” Bu tip arkadaşlarla çok defa ya bir tepe arkasında veya bir sütre arkasında ibadetlerimizi yerine getirirdik. Sohbetlerden hiç kopmadık. Risale-i Nurlar devamlı manevî hayatımızı şekillendirdi. Fikri adında bir arkadaşım vardı, tarikatçı idi. Şeyhinden ve manevî havasından uzaklaşınca namazını da terk etti, sinemaya alışmıştı. Sonra müthiş bir tokat yedi. Bu durum beni bayağı etkilemişti.

Askerlikteki bu denli hatıralar o kadar çoktur ki anlatsak birkaç cilt kitap olur. Biz bunları ahiretimize saklamıştık, birkaçını anlattık. İnşaallah hizmete vesile olur. Bu arada nefsimizi de öne çıkardık ise Allah (cc) affetsin. Birlik ve beraberliğimiz, ihlâs, tesanüdümüz, Risale-i Nurların herkese ihtiyacı olduğunu bildirme niyetimizle yine O’na sığınıyoruz.

Cenâb-ı Hak bizi Risale-i Nur’un bir noktasından bile ayrı yaşama gafletine düşürmesin. Mesleğimizden, meşrebimizden ayırmasın. Şahs-ı manevimizi, müthiş ve hadsiz düşmanlardan muhafaza buyursun. Âmin. Allah’a (cc) emanet olun!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*