Isparta Mevlidi’nin düşündürdükleri

Hakikat her âyinede farklı tezahür eder ve her ayna da hakikatin bir yönünü kendi penceresinden gösterir; o hâlde hakikatle ilgili bir konu tekrar da olsa, usanç vermez. Isparta Mevlidi dolayısıyla anlatılacak bazı hakikatler de bu sınıftandır. Tekrarı gül kokusu gibidir.

Tekrar ettikçe muhatabını mest eder. Sahi nur ve gül fabrikaları hükmündeki mübarek kalplerin zemininde neşvünema bulmadı mı Risale-i Nur gibi bir hakikat? Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “O kadar hâlis, kahraman kardeşleri bana veren Isparta taşı da, toprağı da, bana ve belki Anadolu’ya mübarek olmuş. İnşâallah hem Anadolu’ya, hem Âlem-i İslâm’a neşrettikleri Nur tohumları birer rahmete mazhar olur, sünbül verir. Hem gıda, hem ziya, hem deva olup; manevî gala (kıtlık) ve veba ve zulmü ve zulmeti dağıtır” gibi bir hakikat güneş gibi dünyanın üstüne doğmadı mı? O hâlde Isparta demek, “diriliş, uyanış, tazelenme, ümitsizlik, cesaret, ihlâs” gibi akla gelebilecek manevî derecelerin somutlaşmış hali demektir elbette.

Benim için Barla!

Bu düşüncelerle Yalova Yeni Asya temsilciliğinin mihmandarlığında yolculuğumuzu gerçekleştirirken, tarifi imkânsız duygular yaşıyordum. Zira Isparta’ya gitmek demek, Barla’ya da uğramak demekti. Ben bunları düşünürken, yol arkadaşım İbrahim Bıçakçı’nın Barla ile ilgili bir konuşma yapma teklifi beni daha çok düşündürdü. Sahi neydi Barla benim için? Kimsesizlik içinde bırakılmak istenen birisinin “Yaz kardeşim” ifadesiyle âdeta, “Nûn. (Ey Muhammed) Andolsun kaleme ve satır satır yazdıklarına ki, sen Rabbinin nimeti sayesinde, bir deli değilsin.” (Kalem/1-2)  âyetinin hakikatiyle konuşan bir iman abidesinin bir tohum misali saçılıp gönüllerde neşvünema bulduğu rahmete müheyya münbit bir toprak mıydı? Evet “Nun”un geniş dairesine nâzır bir dikkatle “Ancak Sana ibadet eder ve ancak Senden yardım isteriz” teyidinde bulunan rahmet peygamberinin son asır temsilcisi Said Nursî’nin tam manasıyla Bediüzzaman olup toprak gönüllüleri ihlâs ruhuyla uyandırdığı bir mekândı Barla benim için.

Barla’da sabah namazı Çınar Ağacı ve Çam Dağı

Sabah namazının ezanında Barla’ya yetiştiğimizde, âdeta Bediüzzaman’ın Barla’ya ilk gelişinde kayıkta namaza durduğu anda buldum kendimi. Evet… Hemen herkesin evine yöneldiği, “Kâinatta en büyük hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur” sözünün sarsılmaz temsilcisi Bediüzzaman Hazretlerini çınar ağacının üstündeki menzilinde zikir ve tesbih halinde düşünmek, tashih çalışmalarıyla meşgul olduğunu hayal etmek, yıllar sonra döndüğü Barla’da çınar ağacına sarılıp ağlayışına şahit ve müşahit gözüyle bakmak kim bilir ne ulvî bir duyguydu. “Hele hele ‘Bu menzilleri Yıldız Sarayı’na değişmem” dediği Çam Dağı’na insanların çıkmaya çalışması, “Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zîra, asr-ı salis-i aşrın, yani on üçüncü asrın minaresinin başında durmuşum, sûreten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum” nidasına “sadakte” demek değil miydi?

Sahi, hepimizi oraya götüren, “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Said’ler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yûsuflar, Ahmed’ler, vesaireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır” hitabının cezbesi değil miydi?

Cezbe ve cazibe

Evet Bediüzzaman Hazretlerinin daha önce hiç görmediği evini ziyarete koşar adım gidip gözleri dolu dolu olan Hamit Bayri’nin ruh dünyasında şüphesiz bir cezbe vardı Barla’ya ilk ayak bastığında. Öyle ya, Çam Dağı’ndan indikten sonra, dikkatli ve rikkatli bir Risale-i Nur okuyucusu Bayri’yi huzur ile gözü yaşlı olarak “Ben alacağımı aldım” diye söyleten Risale-i Nur ve dahi Bediüzzaman’ın kazandırdığı hangi tefekkür ufkunun cazibesi hangi boyutta dolaştırmıştı? Evet, herkeste bu cezbe ve cazibe hakikati hükümferma olmuş, herkes ahiret ve dünya hayatları için imbik imbik süzülmekten geri durmayan ve dahi hayatını iman, Kur’ân dâvâsına adayan şefkat timsali bir denizin kabarcıkları misali, tevhid ve nübüvvet yoluna kalp aynalarını çevirip “İşte ey iki hayatın rûhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor” hitabından uzak durup “Çekiliniz. Ta ki, hakîkat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsaz edecek olan nesl-i cedid gelsin!” hitabının cazibedar parıltısıyla uyanmış, “nesl-i cedid” olma emelindeydi.

Ve Isparta Mevlidi

Sadece onlar mı? Elbette hayır… Isparta Merkez Camii’ni Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelen yüzü nur, gönlü nur, dili nur nice nurlu insanlar da bu emeldeydiler. Cami içinde ve civarında dolaşırken, nice tanıdık simalar insana sıla-i rahim duygusunu yaşatıyor. Hiçbir dünyevî kaygının olmadığı sohbet halkalarının birbirine eklemlendiği bu büyük buluşma, bana Yahya Kemal’in,

“Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını
Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses”

mısralarının hakikatini yaşattı. Zira dâvâsı iman ve Kur’ân hizmeti olan bu muhteşem kalabalığın musafahalarının uhrevî kıvılcımlarından çıkarılabilecek başlıca manalardan birisi de budur.

Ve ayrılık vakti

Isparta’dan ayrılma vakti gelince birbiriyle vedalaşan uhrevî kardeşlerin arasındaki muhabbetten şöyle bir fikir ortaya çıktı: “Madem Bediüzzaman Hazretleri, sözün kutsallığı kaynağındandır, diyor. O halde Isparta’nın kutsallığı kaynağından ileri gelmekte. O kaynak da Bediüzzaman, Risale-i Nur ve adeta parlatılmayı bekleyen halis muhlis cevher hükmündeki “Isparta Kahramanları”dır. Bundandır ki Isparta başta kendisi olmak üzere Sav, İlema, Kuleönü ve dahi Barla gibi Nur menzileriyle daima hayırla yad edilmesi gereken merkez olma özelliğini koruyacaktır inşallah.”

Vazife-i Kudsiye’de uyanmak

Bu düşünceler şimşek hızında geçerken zihnimden, kulaklarımda bir tını… Bediüzzaman Hazretlerinin “Hattâ diyebilirim ki: Kader-i İlâhî beni bu yerlere (Isparta’ya) göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş” tesbiti bir ince saz hüviyetinde ruhuma işlerken, sanki “Isparta Kahramanları”yla birlikte misafirlerini uğurluyordu hayal dünyamda. Kalbim kalbine değdi onların. Süveydasına seslendiler sonra kalbimin: “Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan  “Tebrik ederiz (Henien lekum)”  sadasını işiteceksiniz…”

Allah bizi o sadaya muhatap olanlardan eylesin…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*