İstanbul rüzgarı

İstanbul’un Fethi’nin 567. yıl dönümü heyecanını yaşıyoruz

Sen, İstanbul… resimlerde, şiirlerde bir rüya…

Kurduğum bütün oyunlar, hayaller gibisin…

Nazlı bir sevgili… yüzünü hep saklayan…

Eski zamanlardan şarkılar sayıklayan…

 

Güzelsin; hele Nisan’da bakamam gözlerine.

Güzelsin; ressamlar seni çizer, seni söyler şairler.

Güzelsin; sendedir her fikir sarmaş dolaş…

Güzelsin; âşık sana gelen de gelmeyen de…

 

Gözlerin… ta derinden çağırır, vurur beni.

Uzak kalsam… o kokun gelir de bulur beni.

Erguvanlarında uyanan baharların en serini…

Tutunur aşk ellerine bir rüyayı tırmanırım.

 

Hep taze bir aşk sende, bahar seslenişi her ân…

Sokaklarında hâlâ eski zamanlardır yaşanan…

Kaybedenlerin de kazandığı… yakama yapışık şehir…

İçimde hem dışımda gece gündüz günışık şehir…

 

Seni bulduğuma sevindim; bildiğin gibi değil!

Seni bulduğuma sevindim; kendimi kaybettikçe!

Seni bulduğuma sevindim; küstü doğduğum şehir!

Boğaz’ı gibi ey beni ikiye bölen şehir!

 

Öldükçe dirilen şehir; sen İstanbul’sun… değil mi!

Öldükçe yaşayanlar seni bulsun… değil mi!

Gökkatlı evlerin Firavun narasından…

Öldükçe gülen şehir serviler arasından…

 

Hangi bestesin sen yorgun akşamlarında?

Ah, hele sabahların; mâhur mu, bûselik mi!

Süleymaniye, Sultanahmet, Ayasofya mı?

Ruhları haşre uyandırır gibi o sabâ mı?

 

Beş vakit sonsuzluğun rengine bürünürsün.

Bülbüller gibi çığlık… dalgalar gibi hürsün.

Sen misin aşkın rengi; Cennete bilet misin?

Görünce dertlerimin sindiği o sûret misin?

 

Bir ipek rüzgâr eser meleklerin kanadından.

Sokulur kıyılarıma sokulur “Şehir Hatları” sormadan.

Martıları bembeyaz türküler söyler… durmadan.

Bir aşk gibi başımda İstanbul duman duman…

 

Bu şehir bilir benim; yıllardır sevdiğimi.

Söylesem mi nerelerde göz göze geldiği mi?

Kalın bir roman kadar ağlayıp güldüğümü…

Kalabalıklarda şen şakrak; Eyüp’te öldüğümü…

 

Nazlarına acıkıp hazlarınla doydum ben.

Kaç dilin var hepsini konuşurken duydum ben.

Seni ben kendim bildim dâvetine uydum ben.

Selâtin camilerinde o huzura durdum ben.

 

İstanbul tadında bir simit bir çayla kaç öğün…

Acıların, gözyaşların, hüzünlerin hep düğün…

Silinmez bir izsin bende, mütebessim bir yüzsün.

Kim ki seni üzerse… ebediyyen üzülsün.

 

İstanbul olur gelenler sana; İstanbul gider.

Unutamaz bayram sabahlarında Süleymaniye’yi.

Soruları soru olur; büyütürler gözlerinde nasılı, niyeyi…

Kubbeleri vururken mehteri; minareleri üfler ney’i.

 

Sevdim seni mavi şehir, tarih şehir, hür şehir…

Martıları, rüzgârı… her şeyi billur şehir…

Hem serbest, hem aruz, hem hece şiir şehir…

Şehirler içinde bir bilmece bir acayip nice şehir…

 

Biliyorum; artık yorgun bir tevekkül gözlerin.

Biliyorum; kanıyor, kanatıyor sitemli sözlerin.

Dalınca gözlerinin içine; diyorum: “Bu son sorum!”

Yok işte; soramam; düğümlenir Boğaz’ımda sorular.

 

Bir şefkat eli gibi sığındığım sokaklar…

Görse kötülüğümü aklar, paklar ve saklar.

Hem hâlime, hem dilime âşinalığın yok mu?

Ne zaman göz göze gelsek iltifatın var.

 

Gözlerin İstanbul masalı: “Bir varmış, bir yârmış.”

Tıpkı masallardaki gibi güzeller güzelleri ararmış.

Yoksa; Leyla ve Mecnun mu bizim hikâyemiz?

Yok ki sevmekten sevilmekten başka gâyemiz!

 

Sen hiç oralı değilsin; anmıyorsun taçlandığın yılları.

Bir derviş gibi olgun, çocuk gibi halinden memnun…

Taşlanırken meyveli ağaçlar gibi sabah akşam;

Ey, “Nûh’un Gemisi…”  ey eleğimsağma füsun!

 

Ezanlar dağılır minarelerinden; ölü yanlarım sağalır.

Yüzyıllar ötesinden kalemelif minareler, der:

“Bu, İstanbul Rüzgârı… uyan; dayanılmaz uykulardan!

Uyan da nal seslerinden, fetih heveslerinden haber ver!”

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*