İşte, bizim korktuğumuz da o!

En büyük gaye ve ideali, i’lâ-yı kelimetullah ve ittihad-ı İslâm olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu yolda ayak bağı olabilecek her şeye, hassaten de “dine hizmet ettiğini zannederek, bilerek veya bilmeyerek dinî faaliyetlere, gelişmelere mani olanlara” karşı önemli bir tavır sergilemiştir.

Yanlış yapanların her zaman karşısında olmuş, i’lâ-yı kelimetullah sancağının burçlara dikilmesini küsûfa uğratan, gölgeleyen, geciktiren her faaliyete, yanlış yaptıklarını, yanlışlarını hatırlatmıştır. Dinin, dinî faaliyetlerin ‘Emevî-misâl’ hareketlerine geçit vermeyerek, müteyakkız bir şekilde karşı olmuştur. Dinin, ecdadı Hz. Ali (ra) gibi, “iman ve adalet-i hakikiye” kısmını esas almıştır.

Bu yaklaşımını Osmanlı zamanında da, Cumhuriyet zamanında da devam ettirmiştir. “Din elden gidiyor, din adına ortaya çıkmak lâzım” gibi düşüncelerde bulunanlara Üstad, dine hiçbir şey olmayacağını, dinin muhafazasının Allah’a ait olduğunu ifade edip, Ebrehe’nin cesim fillerine karşı Ebabil kuşlarını hatırlatır gibi, “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.” diyerek, bir takım siyasî inkılâblarla dine zarar geleceğini vehmedenlerin dindeki hisselerinin “beytü’l-ankebut” (örümcek evi) gibi zayıf olduğunu ifade etmiştir.

1950 senesinde demokratik hayata geçildiğinde de, yine bu zihniyetin durulmadığını hissedip, yine onların dinî hassasiyetleri âlet ederek yaptıkları yanlışlıklar karşısında ikazlarda bulunmuş, eskiden beri söylediği şeyleri tekrar ederek, dinin siyasete âlet edilmesinin zararlı olacağını ifade etmiştir. ”Din umumun mukaddes malıdır, inhisar altına alınmaz” diyerek de, böyle yapılması hâlinde, dinde zayıf olanların, siyasetteki yanlışları dine mâl edeceğini ve dine zarar geleceğini, dine ve dindara muhalif hareketlerde bulunacaklarını ifade etmiştir.

İşte biz, Başbakan’ın son günlerde dile getirdiği ve çeşitli kesimlerce çeşitli polemiklere ve istismarlara, sağa-sola çekilmeye müsait olan “Dindar nesiller yetiştireceğiz” sözüne atıfta bulunarak, Yeni Asya’da bir yazı yazmıştık. Ve gerçekten o günlerde baktık ki, bazı gazete yazarları da, Başbakan’ın o ifadelerini bahane ederek, dine, dindara, dinî değerlere acaib atıflarda bulundular. Hele bir tanesi, haddini de aşarak, neredeyse Türkiye’deki bütün uyuşturucu elemanlarını “imam, dindar” vs. göstermekle, ‘bu işler hep onlar tarafından yapılıyor’ manasını ihsas etmiştir. Bir kimsenin şahsî hatasını, bütün o kesime yüklemek haksızlığına dikkat etmemiş maalesef.

Biz de bunları okuyunca içimizden ”İşte korktuğumuz şey de o” dedik. Hâlbuki o yazıda da ifade ettiğimiz gibi, din hizmetlerinin, esas itibariyle, siyaset yoluyla, devlet eliyle yapılması ve yaptırılması yerine, işleri zaten o olan, milletin imanının selâmeti için uğraşan dindarlara, dinî cemaatlere bırakılacağının daha iyi olacağını ifade etmiştik. Veya böyle milletimizin bütün kesimleri açısından hayırlı ve güzel bir iş yapılacaksa, bunun ‘davul-zurna ile ilân edilmesine’ gerek olmadığını söylemiştik. Yedi mahalleyi ayağa kaldırıp, bazı kesimlerin yanlış vehimlere kapılmalarına sebep olmanın ne mânâsı var ki?

Not: Geçenlerde bu konuyla alâkalı olarak ”Dindar nesil ve orduya imanlı subay yetiştirmek üzerine” başlıklı yazımızdaki MC hükümetinin, kaçıncı MC olduğunu sordu bazı arkadaşlarımız. Bu hükümet 1. MC hükümetidir. 1975 senesinde; AP-MSP-MHP ve GP (Güven partisi) tarafından kurulmuştur.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*