İşte bizim Üstadımız!

(İsanbul Mahkemesi -Haşiye’sinin- bir tahlili)

Samsun’da yayınlanan, Büyük Cihad gazetesinde de neşrolunan İstanbul Mahkemesinin müdafaasında Bediüzzaman; savunmasında yer alan ‘Haşiye’ kısmında, kimlik ve kişiliğini ortaya koymaktadır. Kendini, bize ve bu asrın insanlarına açık ve net olarak tanıtan Said Nursî; bu satırlarda kendisiyle ilgili olarak şunları ifade etmektedir:

Rusya’da esir kampında iken, Rus’un başkumandanı kasıtlı olarak üç defa Üstadımızın önünden geçiyor. Bundan kastı nedir Rus kumandanın? Muhtemelen bir defa önünden geçtiğinde Üstad ayağa kalkmamıştır. Kumandan da belki beni fark etmemiştir diye geçişleri tekrarlıyor ve tam üç defa Üstadımızın önünden geçiyor. Üç defa geçtiği halde Üstadın ayağa kalkmayışı, Rus kumandana, bu ayağa kalmayışın bir kasıttan ileri geldiği düşüncesini doğuruyor. Kumandanın üç defa Üstadımızın önünden geçmesinde kasıt var da, Üstadımızın ayağa kalkmayışında bir kasıt yok mudur? Elbette ki Bediüzzaman da kasıtlı olarak ayağa kalkmamıştır.

Rus kumandanı kendisini, idamla tehdit ettiği halde ayağa kalkmamıştır. Onun idam tehdidine karşı, Ona kıyam etmemiştir. Bediüzzaman, Rus kumandana karşı niçin ayağa kalkmamıştır? Sebep ne?

Aslında bu sebep, asırlar boyunca Müslümanların örnek alması gereken bir sebeptir.

Bediüzzaman bunun sebebini şöyle açıklıyor:

‘’İslam’ın izzetini muhafaza etmek için Ona saygı göstermedim ve kıyam etmedim‘’ diyen Bediüzzaman, burada bir duruş, bir tavır ortaya koymuştur.

Üstad Said Nursî (r.a) büyük Deccal’in coğrafyasında; kıyamet asrının görevlisi olarak ilk icraatını yapmıştır.

Muhtemeldir ki; orada bulunan Müslüman esirlerden herkes, bu denetim esnasında ayağa kalkmıştır. Ayağa kalkanlar da, Bediüzzaman’a ayağa kalkması için ısrarcı olmuşlardır. Ama onun bu tavrı bize, maneviyat âlemlerinde, bu kıyamet asrında görevli şahsın Bediüzzaman olduğunu açıkça göstermektedir.

Üstadımız sergüzeşt-i hayatındaki yiğitçe çıkışları ve mertçe duruşlarını nazarımıza sunmaya devam ediyor :

İngilizler, hilafetin merkezi olan İstanbul’u işgal etmişlerdir. İşgalin İngiliz Başkumandanı vasıtasıyla, bu işgalin meşru olduğuna dair fetva verilmiştir. Bu fetvayı verenlere ve İngiliz Başkumandanı’na karşı ‘’İslamiyet’in şerefini muhafaza‘’ için Üstad Bediüzzaman (r.a ) bir beyanname neşrederek ‘’Tükürün İngilizlerin hayasız yüzüne‘’ diyerek işgale karşı mücadele vermiştir. İngilizlerin başkumandanının, kendisini vur emrine ve idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyerek mücadelesine devam etmiştir.

Kurtuluş savaşından sonra meclise davet edilen Bediüzzaman; mecliste gördüğü lüzum üzerine, ‘’Namazın ehemmiyetine‘’ dair bir konuşma yapmıştır. Bediüzzaman’ın bu konuşmasını, meclise fitne sokmak anlamında değerlendiren M. Kemal, elli kadar mebusun içerisinde, Said Nursî’ye karşı hiddet göstermiştir. M. Kemal’in hiddetine karşı aynı şiddette cevap veren Bediüzzaman: ‘’Namaz kılmayanın hain olacağını’’ onun yüzüne karşı söylemiştir.

Divan-ı Harb-i Örfi’de ( İstanbul’da Hareket Ordusu’nun kurduğu mahkeme) Mahkeme reisi Hurşit Paşa’nın dehşetli suallerine, ki o dehşetli sual: ‘’Sen de mi şeriat istedin‘’ şeklindeydi. Bu suale karşı ‘’Şeriatin tek bir meselesine, ruhumu feda etmeye hazırım‘’ diye cevap verecekti.

Bu esnada Üstadımız’ın sarfettiği bir cümle Nur Talebelerine ve mü’minlere bir parola niteliğindedir. ‘’Dalkavukluk etmedim‘’ cümlesi önemlidir. ‘’Dalkavukluk etmedim’’ derken de burada sanki, dalkavukluk edenlere karşı üstü kapalı bir sitemi söz konusudur.

Ve sözü bu Haşiye’nin yazılma sebebi olan asıl mevzuya getiriyor. Asıl konu: ‘’Frenk serpuşu‘’ meselesiydi.

Bu konuda da şunları söylüyor :

‘’Yirmi sekiz sene, gavurlara benzememek için inzivayı tercih ettim” diyor. ‘’Gavurlara benzememek‘’ tabiri bir öfkenin, bir hiddetin eseridir burada. Üstadın celallendiği vakitlerde sarf ettiği kelimeler ve cümlelerde celalli olmaktadır.

Üstadımız kendisinin bir ‘’İslam fedaisi ve Kur’ân’ın hizmetkârı’’ olduğunu da söylüyor burada. Gerçekten de onun çektiği eziyetler, sıkıntılar; iman ve Kur’ân davasında gösterdiği sebat, metanet ve tahammül; Bediüzzaman’ın ‘’İslam fedaisi olduğunun ‘’nir isbatıdır, bir delili”dir.

Aynı zamanda, ‘’İslam fedaisi ve Kur’an’ın fedakâr bir hizmetkârı‘’ tabirleri, onun kıyamet asrının görevli zatı olduğuna da zımni bir işaret olarak algılanmalıdır.

Muhatapları tarafından, yani yukarıda bahsettiği gizli komite tarafından: ‘’Sen, Yahudi ve Hıristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, (ki bunu bütün İslam ulemasının icmaına muhalefet olarak görüyor) yoksa sana ceza vereceğiz.‘’ deseler; ‘’değil dünyevi ceza ve hapis ve işkence; vücudumu bıçakla parça parça kesseniz; beni cehenneme atsanız; yüz ruhum da olsa feda edeceğim.’’ diyerek yine hiddet ve celadetini belirterek bu konudaki kararlılığını göstermektedir.

Üstad (ra) çok hiddetlenmektedir. ‘’Bıçakla parça parça kesilmek’’ ifadesi çok dehşetli bir cümledir.

Üstadımız, vatan ve dinin gizli düşmanlarına bir soru yöneltiyor. Bu soru aynı zamanda zımni olarak, Nur Talebelerine ve ehl-i imana karşı da yöneltilmektedir, kanaatindeyim.

Diyor ki: ‘’Bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bana yaptıkları nemrutça şidetli zulümlerine tahammül edişimin, sabır gösterişimin ve menfi tarzada maddi kuvvetle mukabele etmeyişimin sebebi ve hikmeti nedir?‘’ derken, bu sorunun içerisinde geçen ve kesinlikle göz ardı etmememiz gereken bir husus var. O da: Üstadımızın mahiyetiyle alakalı bir durumdur. Üstadımız kendisini kastederek, ‘’bu fedakârın pek çok manevi kuvveti var‘’ diyor. Nedir bu pek çok olan manevi kuvvet? Bu kuvvet ‘’Mehdiyet‘’ kuvvetinden başka bir şey değildir.

“Bu fedakârın tahammülü’’ ibaresiyle de Nur Talebeleri’ne ve ehl-i imana da bir ders veriyor ve zımni olarak Üstadımız, ’’Sakın ha sizler de, size yapılan kötü muamelelere, maddi kuvvetle karşılık vermeyiniz.’’

Üstadımızın kendisine yapılan haksız ve hukuksuz muamelelere karşı maddi kuvvetle mukabele etmeyişinin hikmeti neymiş? Eğer bunlara karşı maddi kuvvetle mukabele etmiş olsaydım, yüzde on zındık dinsizin yüzünden, yüzde doksan masum zarar görecekti demek istiyor. Siyasal İslamcıların, akıl edemedikleri ve anlayamadıkları nokta burası. Genellikle de sırf Bediüzzaman’ın bu düşüncesinden dolayı Said Nursî’ye sıcak bakmazlar.

Bu anlayışta yine Üstadımız Bediüzzaman’ın çok önemli bir başka vechesini gözler önüne seriyor. O, yani Bediüzzaman (r.a ); Hz. Hasan (r.a ) Efendimizden sonra ihmal edilen, ‘’Adalet-i Mahza ‘’ anlayışının, ekolünün ahirzamandaki temsilcisidir. Bu da yine Üstadımzın ‘’Mehdiyet‘’ yönüne zımni bir işarettir.

Bu dersi de Üstadımız, kendi ifadesine göre, Kur’ân-ı Kerim’den almıştır. Bizim görevimiz yani Nur Talebeleri’nin görevi; Nur dersleriyle, herkesin kalbine bir yasakçı koymak ve bütün kuvvetleriyle Nurcular, dahilde emniyeti ve asayişi muhafaza etmeye çalışmaktır.

Ve haşiye’nin tam da burasında süper bir ifade geliyor Bediüzzaman’dan. Bu cümlede yine Onun mahiyetiyle alakalı bir durum söz konusudur:

‘’Yoksa bir günde yirmi sekiz senelik intikamı mı bu zalim düşmanlarımdan alabilirim!‘’

Bu ne demektir?

Yani bende bu kuvvet var. Üstadımızın maddi kuvveti olmadığına göre, bu neyi ifade ediyor?

Manevi kuvveti var. Bizim hafsalamızın alamayacağı bir ölçekte, Onun manevi kuvveti var. Yani ‘’Mehdiyet‘’ kuvveti var. Onun için diyor: ’’Ben masumların hatırı ve hayatlarını muhafaza uğrunda, haysiyetimi ve şerefimi tahkir edenlere karşı mukalebede bulunmuyorum, onlara karşı, şeref ve haysiyetimi müdafaa etmiyorum. ‘’

Gerçekten de bu ifadelerden bizlerin çıkaracağı çok dersler olması gerekir diye düşünüyorum.

Ve bu mahkemede yapılan müdafaanın son cümlesi, onun hayatının bir özeti mahiyetindedir: ‘’Ben değil dünya hayatımı, eğer icap ederse, ahiret hayatımı da bu İslam Milleti’nin hesabına feda edeceğim.’’

Ona binlerce rahmet ve şükran olsun.

Atilla Yılmaz

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*