İstikbale ümitle bakmak

Dünyanın her türlü hâline rağmen tam bir asır önceden gelen yüksek ses, isabetli yorum bize ve insanlığa: “İstikbalin, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacağına, hâkimiyetin, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacağına” (Hutbe-i Şamiye, s. 28) işaret ediyor. Fakat Kur’ân’ın ahkâmında olduğu gibi bu gibi yorumlarda da Müslümana ve Müslümanlara düşen vazife ve sorumluluk yok mu? Elbette var! Biz bu yolda şahıs veya cemaat olarak kendimizi, ne yaptığımız doğrultusunda sorgulamamız gerekiyor.

“Kalbin sadefinde (özünde) din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî-mânevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak” (H. Şamiye, s. 33) tesbitini aşikâre el’an yaşıyoruz. Dünya denilen bu geçici handa çok elim hadiseler ve yürek dağlayan haller, insanın ve insanlığın başında maddî-mânevî kıyametler koparmaya devam ediyor. Kur’ânî hükümleri dinlemeyen insanlığın hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olduğu ve olacağını bizzat görerek yaşıyoruz. Her türlü dehşeti ve vahşeti yaşayan insanlık, imanî hakikatler ile buluşmayı bekliyor.

Müslümanın, delile dayalı, akıl, fikir ve kalbi tam olarak tatmin eden Kur’ân’a olan ihtiyacı, hakaik-i imaniye dairesinde kalma gerekliliği, taklitten uzak bir yolu ihtiyar sebebi müsbet bir tarzdır. “Akıl, ilim ve fennin hükmettiği istikbalde, elbette aklî delillere dayanan ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedeceğine” olan inanç, yaşayış ve hareketleri tam takviye ve tavsiye edecek bir gayret ve şevkin ortaya konulması gerekiyor.

“İmandan gelen şefkatle cihazlanmış bir yiğitlik; zillete düşmeyen bir duruş, haksızlara, zâlimlere boyun eğmeyen bir mertlik, mazlûmları da ezmeyen bir merhametin” iç ve dış dünyada yaşayıp yaşanması gerekiyor. Hürriyet-i şer’iyenin esasları olan; baskıcı diktatörlere dalkavukluk etmemek; masumlara, biçarelere, mazlûmlara arka çıkıp gaddar ve haksız davranmamak… Gönül ve ruh dünyalarını aydınlatıp insanlığın hizmetine karınca kaderince katkıda bulunabilmek.

İzzet-i İslâmiyenin, Allah’ın Kelâmının yüceltilebilmesi ve ilânı için bu zamanda maneviyatın yanında madden de kuvvetli ve yeterli olmanın gerekli olduğu inancıyla hakikî medeniyete girmek için gayretlerin birleştirilmesi ve arttırılması gerekiyor. Bu yolda her türlü teçhizat ve tedariki yapabilmek, işin temel esaslarından biri olsa gerek.

Ferasetin, basiretin, idrakin vücut sarayında yerleşmesi ve icrasına yönelik himmet ve gayretin böyle bir fetret devrinde lüzumuna inanmak gerekiyor. Hakikî bir tevekkül, tam bir teslimiyetle gelecek nesillere güven ve itimat telkin etmenin yollarını, tatbikatını, yardım ve rehberliğini örnekleriyle gösterip onların önlerinde güzel bir nümune-i misâl olmak gerekiyor.

“Zamanın düz bir çizgi üzerinde hareket etmediği” hakikatini esas alıp; özünden ve miğferinden sapmadan ve uzaklaşmadan asıl menzile doğru istikamet ve sadakatle iman dâvâsında devamlılığı sağlayabilmenin yolu “istikametli ve devamlı bir hareketliliği sağlamak”tan geçiyor.

Dünya hayatının fıtrî halinden kaynaklanan; hastalık, belâ, sıkıntı ve musîbetlerin de bir kamçı ve silkinme vesilesi olduğunun idrakinde olabilmek… Bazen yaz ve bahar içinde kışın, bazen de kış ve fırtına mevsiminde yazın yaşandığının ve yaşanabileceğinin göz önünde tutulması gerekiyor.

Ekilen Nur tohumlarının ışığında; her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu inancıyla, insanlığın son bir defa da olsa bir sabahı, bir baharı olacağına yürekten inanabilmek… Hakikat-i İslâmiyenin fertlerden başlayıp topluma mâl olan sürecinde, İslâmın yıldızının ve güneşinin yeniden parlayacağının inancıyla, dünya barışına gidecek yolda “hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilmek.”

Hakikat güneşi karşısında gözleri kamaşan yarasa ruhlulara da, ümitsizliğe kapılmış kitlelere de maneviyat ve kuvvet verecek, geçici fırtınaları savuşturacak “kriz yönetimi” kadrolarını yetiştirmek gerekiyor.

“Sâni-i Zülcelâl’in kâinatın nizamındaki hakikî maksatlarının, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyet olduğu” hakikati karşısında yaşantımızı, sözlerimizi, tavır ve davranışlarımızı yoğunlaştırabilmek…

Bütün araştırmaların ve genel tecrübenin: şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalıkların, kâinatın yaratılmasında küçük miktarlarda olduğu yüksek ve safi kalplerin tasdikinde olduğunun hakikatini kavrayabilmek. Bir maksada bağlı olarak yaratılan “çirkinliğin”, çirkinlik için değil, güzelliğin birçok hakikatlerini göstermek için bir ölçü ve kıstas olarak yaratılışa girişini gönül, kalp, ruh ve his dünyamızda hissedip yaşayabilmek…

“Şeytanın desisâne hileleri dâhil, küçük şer ve çirkinliklerin, büyük güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halk edilmiş olduğu” gerçeğini Kur’ân’ın müjdesiyle görebilmek… Bütün bunların, İslâmın özünde olan müsbet ve olumlu davranış, “pozitif bakış ve düşünceyle” mümkün olduğunu kavrayabilmek…

Âlem-i İslâmın kalbine girmiş olan, yeisin, ümitsizliğin en dehşetli bir hastalık olarak İslâm âlemini öldürdüğünü; Batıdan ve materyalist felsefeden gelen küçük, fakat etkileyici akımların, doğudaki milyonları yanlış yolda etkilediğinin sebep ve neticelerinin Kur’ânî tarzla izahını yapabilmek… Müslümanların menhus ruha hizmetkâr ve vatanlarını sömürge hükmüne getirdiğinin ezikliği ve psikolojisini yenip, yeniden ayağa kalkmayı sağlayan bir hal ve psikolojiyi yakalayabilmek…

Ümitsizliğin, yüksek ahlâkı öldürüp, umumun menfaatini bırakıp şahsî menfaate nazarları çevirdiğini, böylece büyük ölçüde kuvve-i mâneviyemizi kırdığını; az, fakat imandan gelen mânevî bir kuvvetin artık doğuda hayat bulduğunu haykırabilmek…

Zâlim ecnebîlerin asırlardan beri milyonlarca Müslümanı kendilerine hizmetkâr ve esir ettiğini; bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve gevşekliğini kendi tembelliğimize özür zannedip “Neme lâzım, herkes benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi terk etmemizin faturasını ödediğimizin idrakiyle yeni bir silkiniş ve şahlanışa geçebilmek…

Bu derece illet ve hastalıkları bize tattıran ve zulümleri bize yaşatanlara karşı, artık o katilimizden kısasımızı alıp öldürmemiz gerektiğini; “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” İlâhî emri ve kılıcıyla o yeisin başını parçalayacağımızın inancı ve idrakinde olabilmek…

“Yeis”in, “ümmetlerin, milletlerin ‘seretan’ (kanser) denilen en dehşetli bir hastalığı olduğu”nu, “gelişmelere mâni” ve “güzel zanlardan uzaklaştırmaya çalıştığı” hakikatini kavrayabilmek.

Korkaklık, aşağılık ve âcizliğin bahanelerinden sıyrılarak, şehamet-i İslâmiyenin özelliği olan ümide, kahramanlığa, sağlam ve dik duruşa hem fert, hem cemaat, hem de millet olarak, tam inanarak sahip olmanın tam muhasebesini yapabilmek…

İstikbalin ufuklarındaki cennet-âsâ baharların daha da genişleyip gelişmesi ümit ve temennisiyle…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*