İtikadî bakış ve olayları algılayışımız

Varlık âlemi içinde temel problemi varlığı ve kendini tanımlamak olan fert, çevresinin ve olayların ruh boyutunda oluşturduğu fırtınalar ve dalgalanmalara karşı ayakta kalabilmek için kuvvelere tutunacaktır. Kendisi için yararlı olan şeyleri benliğine yöneltmeye çalıştığı “şehevî” kuvveleri, zararlı şeyleri benliğinden uzak tutmaya çalıştığı “gadabî” kuvveleri ve faydalı ve zararlı olanları ayırt etmeye yarayan “aklî” kuvveleri varlık âleminin kargaşası içinde ferde bir yol çizer.

Bu kuvvelerin tezahürleri günümüz psikiyatrisinin terminolojisine “dürtüler” olarak girmiştir. Bunların vasat ve her iki yöndeki aşırılık noktalarından geçen fertler adedince kişilik tipleri varlık âlemi içinde ve sosyal hayatta bir yer edinme gayreti içindedir. Arzular, hırslar, ihtiraslar, sevgiler, menfaat çatışmaları, mücadele ve kin, nefret, aşk gibi duygular bu tablonun sosyal hayata yansıması olmalıdır. Bunun itikadî anlamda uç noktasını temsil eden Mutezile mezhebi olmalıdır.

Mu’tezile mezhebinin sebep-sonuç bağlantısında belirgin şekilde pozitivizm ve determinizme yakın olduğu ve bu yaklaşımla sebebi, sonucu doğuran asıl faktör olarak algıladığıdır. Diğer taraftan Mu’tezile’de güzellik ve çirkinlik, varlıkların zatından kaynaklanan özellikler olarak kabul edilmektedir. Yani, Cenâb-ı Hak ve Küllî İrade, varlıkları kendi asıllarında var olan özelliklere göre güzel ya da çirkin olarak kabul etmek durumundadır. Adeta varlık Hâlık-ı Külli Şey’in dışında bir işleyişle özellikler kazanmakta ve onların bu özelliklerine göre ve ikincil bir irade olarak Âlemlerin Rabbi eşya ile alâkasını ve muamelesini yürütmektedir. Yani eşya kendi iç mekanizmaları ile işleyen, başka bir alan ve irade ile bağlantısı olmayan, kendinden kaynaklı yani zatî özellikler taşıyan bir alandır ve Hâlık-ı Külli Şey’ bu işleyişte bir seyirci, olaylara tâbi olan ve işleyişin ortaya çıkardığı sonuca göre muâmele etmek durumunda olan bir konumdadır.

Bu Ehl-i Sünnet itikadının, yani Kur’ân’ı Resûl-i Ekrem’in (asm) öğrettiği şekilde anlayan ve yaşamaya çalışan anlayışın tamamen aksi doğrultuda bir kabuldür. Ehl-i Sünnet inancına göre, varlık adını alan her şeyin sahip olduğu özellikler tamamen “meşîet” adı verilen İlâhî İrade ile belirlenmektedir. Yaratıcı, eşyanın sahip olduğu özelliklere göre muâmele etmek ve bu özelliklere tâbi olmak konumunda değildir. Her şey O’nun arzu ve iradesi ile iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin gibi vasıflar alır. Yani bir şey zatında güzel ve Yaratıcı onu güzel kabul etmek, ya da zatında çirkin ve onu çirkin kabul etmek zorunda değildir. Eşyanın aslını ve özünü belirleyici tamamen İlâhî İradedir. Zahiren gözüken çirkinlik ve güzellikler, zâtî özellikler olmadığı için varlığın nefsü’l-emirdeki gerçek konumunu belirleyici olmayabilir. Çirkin gözüken bir şey, İlâhî İrade tarafından güzel kabul edilebilir ve güzelleşmiş olur. Aynı şekilde güzel gözüken bir şey İlâhî İradenin de onu güzel kabul etmesiyle ancak güzelleşmiş olur.

Bu iki tarz yaklaşımın ortaya koyduğu hükümlerle, ibadetler ve ameller ele alınacak olursa, Mu’tezile mezhebinin yaklaşımında amelin güzelliği zatındadır. Dolayısıyla şeklen eksiksiz olmak ve nefsü’l-emirde, yani varlıkların aslının ve özünün ifade merkezi olan alanda güzel olarak tanımlanmış amel ile aynen uyumlu olmalıdır. Bu anlamda, eksik yapılmış bir ibadetin, şeklen tarif edilene uymayan bir amelin, İlâhî İrade tarafından doğru ve eksiksiz kabul edilebilme imkânı yoktur. Çünkü, İlâhî İrade bu yaklaşımda eşyaya tâbidir. Eşyanın kazandığı özelliklerle ve varlık kurallarının işleyişi çerçevesinde ortaya çıkan durumlarla Âdil-i Mutlak hüküm vermek konumundadır. Âdeta insânî özellikleri olan bir yargıç gibidir. Olan neyse ona göre muâmele etmek zorundadır.

Oysa Ehl-i Sünnete göre varlık âlemindeki her türlü sıfat, İlâhî İrade ile belirlenir. Bu irade eşyanın işleyişine tâbi değildir. Kul, samimi niyetle amelini yerine getirmiş, eksiksiz olması noktasında üzerine düşeni yaptığına inanmış ve İlâhî rızayı kazanmış ise, amelde bilinmeyen, fark edilmeyen bir eksiklik zahiren olsa bile, bu amel İlâhî İrade tarafından eksiksiz kabul edilmişse hakikat-i halde ve nefsü’l-emirde artık bu amel eksiksizdir.

Ehl-i Sünnet yolunu takip eden bir fert, amelin şekilde mükemmelliğinden çok İlâhî rızanın arayışı içerisinde olacaktır. Temel problem O’na güzel kabul ettirebilmektir. O da zahire tâbî olmadığı için, zahirde var olması mümkün olabilen eksiklikler, noksanlıklar ve şeklî aksaklıklar, bir kasıt ve irade ile ortaya konmadıkça amelin sonucu olacak mânâları ve kazanımları etkilemezler. Bu yolun ortaya koyduğu tarz ile hareket eden bir fert için, makul ölçülerde ibadeti şeklî özelliklerine uygun olarak yerine getirme hassasiyeti taşıdıktan sonra, asıl önemli olan İlâhî rızayı kazanmak ve her şeyin asıl belirleyicisinin O olduğuna yürekten inanmaktır. Kulu kul yapan ve Hâlık-ı Kâinat karşısında gerçek konumunu idrak etmiş hale getiren bu yaklaşım olmalıdır. Zaten, istese de kulluk konumundaki bir ferdin nefsü’l-emiri bilebilmesi ve eksiksizliklerin gerçek tarifini yapabilmesi mümkün değildir. Çünkü her yönüyle sınırlı ve bütün özellikleriyle izafî bir varlık konumundadır. Böyle bir konumda yapılabilecek tek şey O’na dayanmak, O’nun rızası doğrultusunda hareket etme gayreti içinde olmak ve şeklî unsurları yine aynı maksatla yerine getirip aşırı mükemmelliyetçi bir yaklaşımla kulluğun ve ibadetin özünden uzaklaşmamaktır. Kulu Hâlık-ı Kâinat karşısında kıymetli konuma yükseltecek olan, fiillerindeki ve ibadetlerindeki şeklî mükemmellik değil, halis niyeti ve rızayı kazanmak doğrultusundaki hâlî ve kavlî olarak, yani fiilleriyle ve sözleriyle ifade ettiği duâsıdır. Aslında bu da benliğin maddî alana yönelişi, maddeyi ve insanları yüceleştirici konuma gelmesi ile problemleri daha çetrefilli hale getirir. İnsan kendi aklının ürettiği çözüm yolunda, gayesinden ve yaratılış anlamından uzaklaşmanın sıkıntısını yaşar.

Her şeyde olduğu gibi, bu durumda da istikamet Hâlık-ı Külli Şey’ ile bağlantılı, O’ndan olduğu bilinen bir varlık anlayışı ile mümkündür. Mensubiyet duygusunun en istikametli şekilde hissedileceği durum, benliğin nübüvvet silsilesi ile yani, Hazret-i Âdem’den (as) Hazret-i Muhammed’e (asm) kadar insanlık âlemine dal budak salmış iyilik ağacının, asra uzanan dalında bir meyve olduğunu hissetmek, mensubiyet duygusu adına yaşanabilecek en güzel hâl olmalıdır. Kendine yansıtarak ve grup psikolojisi içinde, mensubu olduğu gruptan birilerinin şerefiyle şereflenmek ve varlığını anlamlandırmak için insanlık nev’inden Hazret-i Muhammed (asm) gibi bir şahsiyetin çıkmış olması yeter. Böyle bir gruba mensubiyet ve öyle bir zatın (asm) yüceleştirilmesi ile kendi varlığını anlamlı kılmak, sosyal hayatın ve benliğin en yüce noktası olmalıdır. Bu hal benliğine, varlığa ve sosyal hayata benlik adına değil, Hâlık adına bakmanın işaretidir. Varlığı kendi içinde ve maddî planda anlamlandırmakla sahipsiz, çaresiz ve başıboş algılanan bir âlem yerine, her şeyin, gücünü ve bütün özelliklerini Kadir-i Külli Şey’den aldığı kontrollü ve istikametli bir âlem algısının ferdî plandaki emniyetini yaşamaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*