İTTİHAD, meşveretle kurulur

Sağlıklı ve yapıcı bir zeminde fikir ve bilgi alış verişinin yapılabildiği; temel esaslar ışığında tatbikata dönük tercihlerin müzakere edildiği; tatbikat esnasında görülen aksaklıkların sebep ve çarelerinin isabetli teşhis ve teklifler ışığında görüşülüp neticeye bağlandığı; görüş ayrılıklarının karşılıklı anlayışla eritildiği; zihinlerin bir meseleyi çözmek için beraberce ortak hedefe yoğunlaştığı; ruhların kaynaştığı; birlik ruhunu zedeleyici rekabet, benlik, kıskançlık, tahakküm gibi hislerin ve bunlara dayalı olumsuz tavırların izale edildiği veya en azından tesirsiz hale getirildiği bir zemin olarak meşveret, birlik ve beraberliğe giden yolun her safha ve kademesinde mutlak bir ihtiyaç ve zaruret.

Böyle bir şûrâ, aynı zamanda, gelişme ve ilerlemenin de vazgeçilmez şartı. İnsanlığın tarih boyunca kaydettiği gelişmeyi ve fenlerin inkişafını, “asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti”nin getirdiği fikir ve bilgi birikimine bağlayan Said Nursî, en büyük kıt’a olarak Asya’nın en geri kalmasının bir sebebini, o şûrâyı yapmaması olarak gösteriyor (a.g.e., s. 354).

Yine Bediüzzaman, İslâmın beş temel şartından biri olan haccın hikmetlerinden birinin, Müslümanlar arasında tanışma, kaynaşma, fikirleri imtizac ettirme, yardımlaşma ve işbölümü olduğunu vurgularken de aynı mânânın bir başka boyutunu nazara veriyor (a.g.e., s. 501).

Gerçekten de meşveret ve şûrâ, hem İslâm birliğinin, hem de İslâm dünyasının her bakımdan gelişmesinin anahtar kavramlarından biri.

***

Haklı şûrâ
Said Nursî meşveret ve şûrânın önemli bir boyutunu da şöyle ifade ediyor:
“Nurun Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâs’ında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü (dayanışmayı) netice verdiğinden, üç elif yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakikî ile, üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın, hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye (tarihî olaylar) bize haber veriyor.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 355)

Bu cümlelerde iç içe mânâları ifade edecek şekilde kullanılan anahtar kelime ve kavramları ihlâs, tesanüd ve meşveret olarak özetleyebiliriz.

Bunlar birbirini tamamlayıp güçlendiren üç temel prensip. Hakikî bir tesanüd ve dayanışma, sadece Allah rızası için bir araya gelen ve birbirlerini Allah için sevip, yine Allah yolundaki hizmetler için omuz omuza veren insanlar arasında tesis edilebilir. Bunların dışında başka hesapların araya girdiği ilişkilerde gerçek bir dayanışma olmaz; geçici birliktelikler, bazan basit ve sıradan sebeplerle, kısa zamanda dağılma riski taşır. Ve samimî bir tesanüdün başarılması, mensuplarının iç dünyalarındaki ihlâsı güçlendirir.

Böyle ihlâsa dayalı bir tesanüd ve dayanışmayı koruyup geliştirerek sürdürebilmenin yolu ise, “haklı şûrâ” olarak ifade edilen prensibi hakkıyla yaşayıp hayata intikal ettirebilmekten geçer.

Peki, niye düz bir ifadeyle “meşveret, şûrâ, istişare” demek yerine “haklı şûrâ” tabiri tercih ediliyor?
Burada da çok önemli incelik ve nüanslar var.
Bir defa istişarelerin münhasıran hakkı bulma niyet ve kastıyla, görüşülen konuda en doğru karara varabilmek amacıyla yapılması gerekiyor.

Bunun için, müzakere edilen husustaki ana çerçeveyi belirleyen ölçü ve prensiplerin esas alındığı bir zeminde, her fikrin doğru bilgilere dayalı olarak özgürce—yapıcı bir üslûpla—ifade edilip saygı gördüğü, herkesin ifade edilen fikirlere önyargılardan uzak bir şekilde odaklanıp onlardan en doğru ve sağlıklı sonuçları çıkarmaya çalıştığı bir katılım ortamı sağlanmalı.

Hak namına da olsa, Risâle-i Nur’da “istibdad-ı ilmî” olarak ifade edilip, ihtilâfların kaynağı olarak gösterilen dayatmacı tavırlara meydan verilmemeli.

Böylesi tavırlar olursa da, onlara karşı hürriyet-i şer’iyenin gereği olan medenî cesaret ve dirayet gösterilerek, fikirler yine dile getirilmeli.

Şahsî fikirlere uymasa da, meşveret neticesinde alınan karara hep birlikte sahip çıkılmalı ve gereğini yerine getirmek için çaba sarf edilmeli.

Eğer istişare sisteminin çeşitli sebeplerle düzgün işlemediği ve bu yüzden meşveretlerden sağlıklı sonuçlar çıkmadığı düşünülüyorsa, şûrâ müessesesini yıpratıp kardeşlik hukukuna zarar verecek yıkıcı ve tahripkâr eleştirilerde bulunmak yerine, var olduğu söylenen sebeplerin izalesi için yapıcı katkılarda bulunmaya çalışılmalı.

Meselâ, değişik sebep ve gerekçelerle köşeye çekilip de, bizzat katılmadığı istişarelerden çıkan kararları eleştirmek gibi yanlışlara düşülmemeli.
Her halükârda, meşveret kararına saygılı olunup, onu yıpratacak tenkitlerden kaçınılmalı.

Aslında meşveretler, “haklı şûrâ” ifadesindeki mânâların hakkı verilerek yapılabilse, ortada niza ve tartışma konusu olabilecek fikir ayrılıkları ve ihtilâflar da kalmaz, meşrep ve mizaç uyuşmazlığından kaynaklanan sürtüşmeler de biter.

Eğer meşveretlere rağmen bu çeşit sıkıntılar devam ediyorsa, o zaman haklı şûrânın gereklerinin tam olarak yerine getirilip getirilmediğinin de yine meşveret zemininde irdelenmesi gerekir.

***

Uhud’dan istişare dersleri

Bilindiği gibi, istişare bahsi açıldığında, birçok derslerle dolu bir tatbikat örneği olarak Uhud Savaşı hep gündeme gelir. Bu derslerin en çok tekrar edileni, savaş öncesi yapılan meşverette Peygamberimizin (a.s.m.) müşrik ordusuna Medine’de müdafaa konumunda kalınarak mukabele edilmesinden yana olduğu halde ekseriyet “Cephede savaşalım” deyince o karara tâbi olması ve sonra onların “Resulullah’a muhalefet ederek yanlış yaptık, kararımızı düzeltelim” demelerine rağmen bu talebi “Hayır, bir Peygamber zırhını giydikten sonra çıkarmaz” diye reddetmesi.

Bu tavır, kendi şahsî fikrine aykırı da olsa istişareden çıkan karara ne pahasına olursa olsun sahip çıkma dirayet ve kararlılığının bir ifadesi.

Burada dikkat edilmesi gereken en önemli inceliklerden biri, kendi görüşünün rağmına çıkan meşveret kararına herkesten fazla sahiplenen kişinin, tartışmasız lider konumundaki Peygamberimiz (asm) olması. Üstelik heyete teklif ettiği görüşün bir önceki gece gördüğü rüya ile de teyid edilmesi. Ve onun rüyası bizimkiler gibi değil, sadık.
Ama buna rağmen, rüyayı bir hüccet olarak görmeyip, istişarenin kararını ona tercih ediyor.

Çıkan kararı meşveretin diğer üyelerinin de sahiplenmesi önemli, ama özellikle liderin, üstelik kendi görüş ve teklifine aykırı olduğu halde, heyet iradesine teslim olması çok daha anlamlı. Bu, hepimizin örnek alıp kendi hayatımızda da hassasiyetle tatbik etmemiz gereken bir tavır.

Ve “İman ne kadar mükemmel olursa o derece hürriyet parlar” diyen Bediüzzaman’ın, hemen ardından “İşte Asr-ı Saadet” diyerek gösterdiği adresteki muhteşem örneklerin en güzellerinden biri (a.g.e., s. 209).

Bir diğer nokta da, cephede savaştan yana olanların çoğunu, Bedir Harbine katılamamış tecrübesiz gençlerin oluşturması; onlara “Siz anlamazsınız” denilmeyip, söz ve oy hakkı verilmesi ve nihaî kararın, onların oyları ile şekillenmesi.

Uhud Savaşının sonraki safahatında yaşananlardan çıkarmamız gereken başka dersler de var.

O süreçte neler olmuştu; hatırlayacak olursak:

Savaşın ilk etabı Müslümanların lehine neticelenip müşrik ordusu bozguna yüz tuttuğunda, “Ne olursa olsun, burayı terk etmeyeceksiniz” talimatının muhatabı olan okçular başta olmak üzere, İslâm ordusunun mensupları erken bir zafer coşkusuna ve ganimet telâşına kapılınca olanlar oldu. Halid bin Velid komutasında pusuda bekleyen Mekke müfrezesi, mevzilerini terk eden okçuların açtığı gedikten girip Müslümanları arkadan vurdu, durum tersine döndü, Resulullah’a benzeyen bir Sahabenin şehit edilmesi üzerine yayılan “Muhammed öldü!” şayiası Müslümanlar içinde bir panik havası doğurdu…

Bu son derece zor ve kritik kırılma anlarında, bütün olumsuzluklara rağmen savaşa devam eden 14 Sahabenin sebat ve metaneti vaziyeti kurtardı, mağlûbiyetin mutlak bir hezimete dönüşmesinin önü alındı ve tekrar denge sağlandı.

Ama sonuç olarak Peygamberimiz (asm) yaralandı ve büyük acılar çekti, amcası Hz. Hamza (r.a.) başta olmak üzere birçok güzide Sahabe şehit düştü, Müslümanlar ağır kayıplara uğradı…

Meşverette “Savaşalım” diye ısrar edenlerin çoğu savaşın gereklerine uygun davranamazken, bilhassa okçuların emirlere uymaması bu hazin neticeyi ortaya çıkardı. Ama buna rağmen Peygamberimiz (asm) onlara karşı hesap sorucu bir tavra girmedi, aksine kucak açıp şefkatle muamele etti.

Ve Rabbimiz “Allah’tan bir rahmet sebebiyledir ki, sen Ashabına yumuşak davrandın. Eğer kötü huylu ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için Allah’a istiğfar et ve onlarla iş hususunda istişare et” mealindeki âyetle (Âl-i İmran: 159) onun bu güzel tavrını övdü.

Bir önceki istişarede alınan kararın gereklerini tam olarak yerine getirememenin yol açtığı ağır bilânço ortadayken ve bizim düz mantığımıza göre bu durum mutlak bir hesaplaşmayı gerektirirken, Peygamberimizin (asm) öyle yapmayıp Sahabelere yumuşak davranması ve bu tavrının Rabbimiz tarafından takdir edilmesi ne kadar anlamlı.

Çünkü hayat devam ediyor. Öyle olunca hep ileriye bakmak gerekiyor. Ve geçmişe takılıp, oradan “hesaplaşma adına” sürekli husûmetler üreten bir tavırla geleceğe yürümek mümkün değil.

Geride kalan hadiselere, ancak hataları tesbit ederek bir daha tekrarlamama dersi çıkarmak ve bunun gereklerini de uygulamak için bakılmalı.

Önceki istişareden sonra yaşananlar, müteakip istişareye ışık tutacak şekilde analiz edilip, yine haklı şûrâ ve meşveretle yola devam edilmeli.

***

İstibdad-ı ilmî ve ihtilâflar

Nasreddin Hocaya mal edilen o meşhur fıkrayı hepimiz biliriz ve yeri geldikçe sohbetlerimizde de sık sık kullanırız:
Kadılık yaptığı sırada Hocaya bir adam gelip, başından geçen bir olayı anlatmış ve sormuş:
“Haklı değil miyim hocam?”
“Haklısın” demiş Hoca.

Biraz sonra başka biri gelmiş, aynı olayı kendi yorumuna göre anlatmış ve sonra o da sormuş:

“Haklı değil miyim hocam?”
Hoca ona da “Haklısın” demiş.
Adam gittikten sonra bu defa hanımı içerden, “Efendi, ikisine de haklısın dedin, birisi haksız olmalı değil mi?” diye seslendiğinde ona da “Sen de haklısın hanım” demiş Hoca.

Her anlatıldığında gülüp geçtiğimiz bu fıkrada, aslında gayet derin mânâ ve hikmetler var.
Fıkradaki mesaj, ilk bakışta herkese mavi boncuk dağıtan bir eyyamcılığın hicvedilmesi gibi anlaşılıyorsa da—böyle bir yorum çıkarmak mümkün olsa bile—daha derin düşünüldüğünde en aykırı gibi görünen fikirlerde dahi bir “dane-i hakikat” bulunabileceği gerçeğini hatırlatıyor.

Nitekim Bediüzzaman Mutezile ve Cebriye ile ilgili bir tahlilinde “Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan, tamimdir” (Sözler, s. 1154) diyerek, bunların dayandığı “dane-i hakikat”lerin özel hallerde geçerli iken genelleştirilmelerinin bâtıl mezhepleri doğurduğunu ifade ediyor.

Çıkış noktalarında birer “dane-i hakikat” bulunan fikirlerin bilâhare bâtıl mezheplere kaynaklık etmesinde, sebebi kendileri olan “genelleştirme” hatasının yanında, onlara karşı “hakkı savunma” adına ortaya konulan “istibdad-ı ilmî”nin payına da dikkat çekiyor Said Nursî.

Yine Bediüzzaman’ın “Dalâlet fırkalarını İslâmiyetten intac eden (netice veren), mesail-i diniyedeki (dinî meselelerdeki) istibdad-ı ilmîdir ve nefsül-emirde mukayyed (haddizatında kayıt ve şartlara bağlı) olan şeyde ıtlaktır (o kayıt ve şartları kaldırıp ucu açık şekilde genelleştirmektir)” (a.g.e., s. 216) ifadeleri, konunun her iki boyutunu da özetliyor.

Yani, haktan sapan bâtıl mezheplerin ortaya çıkmasında iki taraflı hatalar söz konusu. Bu hatalardan biri, dayandıkları “kayıt ve şartlarla sınırlı bir doğru”yu, o kayıt ve şartları yok sayarak genelleştiren o mezhep mensuplarınca yapılırken, haklı olan görüşü savunanlar da, farklı fikirdekileri baskı altına alıp dışlamak suretiyle diğer hatayı işliyorlar.

Neticede belki hak müdafaa ve muhafaza edilmiş oluyor, ama karşılığında ehl-i hak cephesinde gedikler açılıp zayiat verilmesi pahasına.

Oysa, bir dane-i hakikatten yola çıkıp sapma riskine maruz kalanlar da, hakkın müdafaası adına onlara tavır koyanlar da, muhakeme, yaklaşım, tavır ve üslûplarında daha dengeli ve mutedil bir çizgi takip etmiş olsalar, belki o ihtilâflar olmayacak veya olsa bile fazla büyüyüp derinleşmeyecek.

Bâtıl mezheplerin ortaya çıkışını, aktardığımız iki önemli sebebe bağlayan Said Nursî’nin, bunlar için tekrar Ehl-i Sünnet ve Cemaat çizgisine dönüş yolunun açık olduğunu vurgulaması da anlamlı.

“Meşrûtiyet-i ilmiye hakkıyla teessüs etse (kurulsa), meyl-i taharrî-i hakikatın (gerçeği arama meylinin) imdadıyla, fünun-u sadıkanın muavenetiyle (doğru fenlerin yardımıyla), insafın yardımıyla, şu fırak-ı dâlle (dalâlete sapmış fırkalar) Ehl-i Sünnet ve Cemaate dahil olacakları kaviyyen me’muldür (kuvvetle ümit edilir)” (a.g.e.) sözleri, bunun çok açık bir ifadesi.

Yani, hakkı savunurken, bizim hak anlayışımıza ters gibi görünen fikirlerde dahi bir “dane-i hakikat” olabileceğini dikkate alarak ortaya konulacak insaflı ve dengeli bir tavır, muhtemel yeni ihtilâfların önünü keseceği gibi, istibdad-ı ilmînin sebebiyet verdiği eski ihtilâfları izale ve tamir ederek, hak noktasında yeniden ortak çizgide bir araya gelip bütünleşmenin de yolunu açıyor.

Evet, birinci derecede istibdadın ürettiği ve körüklediği ihtilâfları bitirip kalıcı ve sağlam ittifaklar kurmak için de istibdadın kalkması gerekiyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*