İttihad-ı İslâmın fedâisi olmak

Bediüzzaman diyor ki:

“Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad–ı İslâm’daki fikrini kabul ettim.

Bu meselede seleflerim, …ve Sultan Selim’dir ki, demiş:

‘İhtilâf u tefrika endişesi

Kuşe–i kabrimde, hatta bîkarar eyler beni

İttihadken savlet–i a’dayı def’a çaremiz

İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni. ‘”

(Divan–ı Harb–i Örfi, YAN, İst. 1996, s. 29)
İslâm birliğinin mimarları Sultan II. Abdülhamid’i devirerek idareyi ele geçiren ve çapulcu Hareket Ordusunun kuvvetiyle muhaliflerini bertaraf etmeye çalışan İttihatçıların 1909 Mayıs’ında kurmuş oldukları idam sehpaları önünde yargılanan Bediüzzaman Hazretleri, İttihad–ı İslâmla aynîleştirdiği “İttihad–ı Muhammedî”ye mensubiyeti sorgulandığında şu mânâda gayet veciz ve cesurâne cevaplar verir:

* “Dediler: İttihad–ı Muhammedî”ye dahil misin?

“Dedim: Maaliftihar! En küçük efradındanım. Ve o ittihaddan olmayan dinsizlerden başka kimdir? Bana gösteriniz.” (DHÖ, s. 19)

* “Ben bu ittihadın efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb–i iftirak (bölünme sebebi) olan fırkalardan değilim.” (Age, s. 29)

İslâm birliği olan “Muhammedî birliği” hayatının her safhasında müdafaa eden ve tahakkukuna da bilfiil teşebbüs eden Üstad Bediüzzaman, bu hususta seleflerim dediği fikir öncüleri olarak Sultan Selim’den başka ayrıca şu isimleri zikreder: Cemaleddin–i Efganî, (allâmelerden) Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, (müfrit âlimlerden) Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendi ve Namık Kemal Bey.

Ne acip bir tecellidir ki, bugün İslâmın inkişafından yana ve ümmetin birliğini isteyen pekçok Müslüman kişi, hatta birçok âlim zat, burada zikredilen tarihî şahsiyetleri sevmez, onlardan hiç hazzetmez. Onların başka hususta hatalarını, günahlarını gördüklerinden, bütün hasenatlarını da reddedip setrediyorlar. Hatta, bazılarından nefretle söz ediyorlar.

Oysa, bu isimler ve onların fikriyât ve hizmetlerini toptancı bir yaklaşımla değerlendirmek hiç de doğru değil. Hataları var, hasenâtları var. Hem, hataları ne olursa olsun, İslâm birliğine ciddî ve samimî şekilde taraftardırlar.

İşte, Üstad Bediüzzaman da, esasen onların bu yönlerine dikkat çekiyor ve özellikle “Bu meselede seleflerim” diyerek, İttihad–ı İslâm noktasındaki umumî müşterekliğe dikkat çekiyor.

Zaman içinde öyle insafsız bağnazlara rastladık ki, o zatların ismini selefleri arasında zikrettiği için, Bediüzzaman Hazretlerini dahi tenkit ediyorlar. “İşte, falanın şu hatası var, filanın da bu günahı var; öyleyse Said Nursî onlardan niçin müsbet mânâda söz ediyor” diyerek, toptan bir karalama cihetine giderek tuhaf bir kabalık sergiliyorlar.

İslâm birliğinde selefler arasında ismi zikredilen Sultan Selim hakkında ise, Şia ve Aleviler dışındaki kesimlerden pek bir muhalefet görünmüyor. Onun hakkında bir umumî takdir ve teveccüh var.

Üstad Bediüzzaman, Sultan Selim’in Kürtlerle münasebetinden de kısaca söz ediyor ve diyor ki:

“O (Yavuz Selim), Kürtleri ikaz etti. Onlar da ona biat etti. Şimdiki Kürtler, o zamandaki Kürtlerdir.” (Age, s. 29)

Evet, bin yıldır İslâmiyet milliyetine bağlılıkları hiç değişmeyen Kürtlerle bütünleşmenin, onlarla kaynaşmanın, hatta onların kendi aralarındaki uyum, insicam ve ittifakın temini, hiç şüphesiz bu kudsî ittihadın temininden geçer. Ve illâ, kargaşa olur, ihtilâf ve keşmekeş olur.

Zira, İslâm birliğine giden yol, bir bakıma Kürtlerin iştirakı ve ittihadıyla mümkün olabiliyor. Bugün de muhtelif ülkelerde dağınık vaziyette yaşayan Kürtler, birçok yönüyle sancılar çekiyor. Mutlak ekseriyeti Ehl–i Sünnet’ten olan bu Müslüman unsurun, böyle sancılar içinde kıvranmasıyla İttihad–ı İslâm tahakkuk etmez; hayalden ibaret kalır.

İdris-i Bitlisî’nin ihlâslı gayretleri

1500’lü yılların ilk çeyreğinde Kürtlerin Osmanlı’ya bağlanmasında ve kudsî “İslâm birliği” idealine dahil olmasında en çok emek sarf edenlerin başında büyük âlim, tarihçi ve diplomat bir şahsiyet olan İdris-i Bitlisî gelir.

İran’da Safevî devleti kuruluncaya kadar İran’daki Akkoyunlu devletinin hizmetinde çalışan İdris–i Bitlisî, 1501’de kanlı baskınlarla idareyi ele geçiren Şah İsmal-i Safevî ile anlaşamayarak oradan ayrıldı. Gelip kendine daha yakın fikirde gördüğü Osmanlı’ya intisap etti. Devlet ve millet hizmetinde hummalı bir faaliyetin içine girdi. Heşt Behişt isimli müstesna eserini bu dönemde telif etti.

Safevî iktidarıyla birlikte Şia tehlikesi Şarkî Anadolu’ya sirayet edince, İdris–i Bitlisî devreye girdi. Ne var ki, Sultan II. Bayezid’i bir türlü harekete geçiremedi.

1512’de Osmanlı tahtına Sultan Selim geçince, işler değişmeye başladı. İlk seferin Şah İsmail üzerine yapılması kararlaştırıldı.

Sefer öncesi, İdris–i Bitlisî’yi Şark’a gönderen Sultan Selim, Şia tehlikesine karşı onları ikaz etti. Ehl–i Sünnet olan Müslümanların birlik beraberlik içinde hareket etmeleri gerektiğine onları ikna ettirdi.

Sultan Selim’in askerî ve siyasî dehasıyla hareket eden İdris-i Bitlisî’nin Kürtler arasındaki hizmeti takdire şâyândır. Arada hiçbir sürtüşme, hiçbir kavga olmaksızın Osmanlıyla ittifak sağlandı. Bu ittifak, tarih literatürüne “müsâlemet” tâbiriyle kayda geçti.

Müsâlemet, yani sâlimen, isteyerek, kendi arzularıyla mânâsına gelir. Ki, hakikaten Kürtlerin Osmanlı’ya bağlanması ve Osmanlı’nın İslâm birliği politikasını benimsemesi, tarihte ender rastlanan hadiselerden biridir. Genelde, bir unsurun diğerine bağlanması kavgalı, çekişmeli olmuş ve itaate sevk edilme bir nev’î mecburiyet tahtında tahakkuk etmiştir. Burada ise, durum bir hayli farklı görünüyor.

Şarkî Anadolu’daki Kürtlerle ittifak kuran Sultan Selim, 1514’te Çaldıran’da yaşanan muharebede Şah İsmail’e galebe çalmakta fazla zorlanmadı. Bunda mahallî kuvvetin tesiri büyüktür.

Kürtlerden sonra sıra Araplara gelmişti. Onların da İslâm birliğine dahil edilmesi gerekiyordu. Zaten, kendi aralarında birçok yerde ihtilâfa düşmüş, ittihad ruhunu kaybetmişlerdi. Suriye’de, Mısır’da, Filistin ve Hicaz’da huzursuzluk had safhada idi. Kahire’deki Abbasî halifesinin sözünü dinleyen yoktu. Hilâfet makamı sönük bir vaziyete düşmüştü.

İşte, bu dağınıklığı gidermek, ihtilâfı ortadan kaldırmak ve hasseten İttihad-ı İslâmı tesis emek maksadıyla harekete geçen Sultan Selim, Çaldıran Zaferinin ardından Mısır ve Hicaz seferine çıktı. Şâm-ı Şerif’te, Mercidabık’da, Ridaniye’de (1516) zafer üstüne zafer kazandı. Koca ordusuyla çetin Tih Çölünü geçerek Kahire’ye vasıl oldu. İslâm birliği yolundaki zaferler zincirine burada da yeni halkalar kattı. (1517)

Mısır zaferiyle birlikte hilâfet makamını da devralan Sultan Selim, buradan Filistin’e ve Hicaz’a yöneldi. Buraları da fazla zorlanmadan Osmanlı’ya kattı ve dolayısıyla İslâm birliğini bu geniş coğrafyada da sağlam bir sûrette tesis etti. Hem, öyle bir sağlamlık ki buralarda yaşayan topluluklar, yaklaşık 400 sene müddetle tam bir huzur ve barış atmosferi içinde yaşadı. Özellikle hariçten hemen hiçbir saldırı olmadı, savaş vukuatı pek yaşanmadı.

Evet, Sultan Selim’in çok geniş bir coğrafyada tesis etmiş olduğu İslâm birliği siyaseti, sayısız derecedeki Müslüman unsurlara en mesut, en huzurlu bir devir yaşattı. Bosna’dan Filistin’e, Sudan’dan Kırım’a, Hind ve Kafkasya’dan tâ Mağrib ülkelerine kadar, yüz milyonlarca Müslüman nüfusun yaşadığı bu geniş dünya coğrafyasında yaklaşık dört asır müddetle barış, huzur ve sükûn hali yaşandı.

Ne zamanki Osmanlı zaafa uğradı ve İttihad–ı İslâm fikriyatı kuvvet ve heyecanını kaybetmeye başladı, işte o zaman Müslüman ülkeler de birer birer sömürgeci devletlerin tuzağına düştüler. Ardından, hürriyet ve istiklâliyetlerini kaybettiler, peşpeşe zillet ve sefalete düçâr oldular.

İslâm âleminin kurtuluş ve saadetini, inanıyoruz ki, yine İslâm ittihadına sarılmakla ve bu dâvâyı şuurla, iz’anla, ilim ve irfan nuruyla nurlandırmakla temin etmek mümkündür.

Evet, Said Nursî’nin “biat ettim” dediği Sultan Selim’in İttihad–ı İslâm dâvâsına sarılmaktan ve bu dâvâyı yeniden ihyâ etmekten başka çaremiz yoktur ve olamaz; nitekim, geçmişte de olmamış.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*