Kader bizi hasret bıraktı

Çocukken bazen ablam ile cedelleşir, onu rahatsız ederdim. Merhum anneciğim gürültümüzle yanımıza gelir, üzülür ve sinirlenirdi. Sinirlendiğinde hâlâ kulaklarımda çınlayan bir sözü vardı, “inşallah birbirinize hasret kalırsınız,” derdi. Yıllar sonra annemin ne demek istediğini acı ve hasretle yaşamıştık, ikimiz de…

Dört yanımızda, farkında olamadığımız birçok değer, güzellik ve nimetlerle çevrelendiğimizi; ne acı ki onların kaybından sonra anlıyoruz. Derler ya, büyük çınarın gölgesi gittikten sonra belli olur, diye…

İşte bir seneye yakındır ki, insanlığın bütün hayatını değiştirmeye başlamış şu meşhur salgın ile, önceden fark edemediğimiz bir çok nimete hasretliğimizi derinden derine duymaya başladık.

Kırk seneyi aşkındır birçok millî-dinî değerlerimizin tükenmekte olduğunu, toplumu dışardan gözlemleyebilenler haber veriyorlardı, anlayabilmemiz için de karşılaştırmalar yapıyorlardı. Fakat cemiyet, hayâli hedeflere kilitlenmiş ve dünyevileşme iksiriyle kendisinden geçmişçesine bu tür söz ve yazılara önem vermemişti. Ve giderek kaybolanların başında “sevgi” olduğunu biz de sonradan anlamıştık.

Her türlü madde veya elementin esas bağları mesabesindeki muhabbetin çekilmesiyle geriye yalnızca “yığınların” kalacağını düşünemediğimiz gibi, çevremizdeki her şeyin fonksiyonsuz kalacağını da bilemedik.

Sevginin çekilmesiyle sosyal hayatımızın çökeceğini de düşünemedik. Anne ve babasından, öz kardeşlerinden,  komşusundan, bakkalından, öğretmeninden, vekilinden, memurundan, polisinden ve daha doğrusu her sabah, işe veya okula giderken karşılaştığı mahallelisinden kurtulmak isteyen ve onları görmek istemeyen insanların oluşturduğu bir toplum olduğumuzu, az da olsa şu pandemi günlerinde fark etmeye başladık. Neden insanlar insanlardan kaçıyorlardı… Bu kaçışa bir isim de bulunmuştu. Bireysellik… Hâlbuki insan sosyal bir varlıktı. Bu kaçışı körükleyen “düşmanlığın” içimize nereden girdiğini kimse bilmiyordu. Sevgi ve muhabbetin terk ettiği bütün alanları, adavet, haset ve düşmanlık doldurmuştu. Fakat nereden ve kimlerin eliyle… İşte bu soruya hiç cevap aramamıştık.

Aile fertleri daha öncelerinde “hasretten” konuşurlardı. Gün boyu koşuşturan babalara önce anneler hasretti ve sonra anneler de evden çıkınca çocuklar hasret kalmışlardı, her ikisine. Daha sonra sevgi bitince hasret de bitti. Muhabbet, ocaklarımızı ve hanelerimizi terk ettikten sonra korona teşrif edip bizi sokaktan eve toplamıştı. Fakat gel gör ki; birey olmuş aile fertlerini evler sıkmaya başlamışlardı. Düne kadar birbirine hasret bu “bireylerin” bu gün, evlerinin içinde koronalı günlerin bir an önce geçmesini beklemelerini, yolcunun yağmurdan sığındığı ağacın altındaki bekleyişine benzetiyorum. Sıkılmış, tedirgin ve her halinden mutlu olmadığı belli.

Son zamanlarda İstanbul’u ziyaret edenler, çok korkunç ve garip manzaralarla karşılaşmışlardır. Bilhassa Taksim’den Ayazağa’ya veya Acıbadem’den Kadıköy ve ta Maltepe’den Kartal’a kadar… Çok değil, elli sene önceki İstanbul âşıklarını tekrar kabirlerine kovalayacak dehşetli manzaralar. Altmış kata varan çirkin binalar… Cümle kapısından bazen üç yüz ailenin içeriye girip–çıktığı heyula yapılar. Buraya taşınanların belki de çoğu, düne kadar komşusunu görmekten kaçan “bireysel” insanlardı. Rezidans dedikleri bu dev labirentin içinde, kimse ile muhatap olmadan yaşayacağını düşünerek etek dolusu para yatırmışlardı, şu kutucuklara. Ne oldu ise pandemi ile oldu. Önce insan olduğunu, sonra sosyal hayata göre yaratıldığını ve nihayet başka insanlara muhtaç olduğunu anlamaya başladı, bazı bireyseller… Çevresindeki insanlara dikkat kesildiklerinde gecikmişlerdi. Zira salgından ötürü herkes birbirinden kaçıyordu. Dairelerine çıkmak üzere bindikleri asansörlerde yalnızca maskeli yüzler ve kuşkulu bakışlarla karşılaşıyorlardı. İnsanları ve insanlığı yeniden keşfetmek için çevresini yoklayanların dünyalarında, yalnızca hasret kalıyordu.

Covit-19’dan bir müddet önce cami cemaatlerinden bazıları i- mamları ikaz etmişlerdi.  Saflarınızı sıklaştırın, sözünü söylememelerini, rica etmişlerdi… Zira kendilerini namazda, çok sıkışık saf tuttukları takdirde rahat hissetmediklerini, söylemişler. Bazı imamlar daha da ifrat edip, sahabenin saflarındaki sık durmalarına misal olarak, elbiselerinin omuz hizasında eskidiğini söylemeleri, “bireysel” dindarların canını çok sıkıyordu. İşte tam da bu esnada koptu, şu dehşetli salgın…

Önce Kâbe bütün şubeleriyle kapatıldı ve sonra Müslümanlar hem camiye ve hem de cemaate hasret kaldılar.

Anadolu’muzun düğün, mevlit, sünnet, hatim ve diğer cemiyetleri,  “hasret gidermenin” bir yolu idi. Cemiyet sahibinin dâvetine icabet ve çoktandır göremediği dostlarıyla hasret gidermek, dertleşmek, maziyi yâd ve birbirilerine duâ etmek üzere bu toplantılar eskiden kaçırılmazdı. Sonra toplumun arasına bir virüs gibi yayılan gıybet, haset, enaniyet ve rekabet “cemiyetlerin” tadını kaçırdı. Mecbur olmadan gitmemeye başladık. Ve sonrasını tahmin edersiniz. Hastalıkla birlikte cemiyetler bil mecburiye yasaklandı veya üç-beş kişi ile sınırlandırıldı. Doğrusu; bizi cemaat halinde insanca yaratan Rabbimizin koyduğu prensipleri çiğneyince, önce muhabbet ve sevgi çekildi cemiyetten ve sonra da tabiri caiz ise cemiyetler kendi kendilerini feshettiler. Ahireti günlük programından neredeyse çıkaracak kadar en alt seviyeye getiren dünyaperestler, zaman içinde dünyadan da mahrum kalmaya başladılar. Korona ile hem dünyaya hasret ve hem de ahiret inancına ne denli uzak olduğumuzu hissetmeye başladık.

Korona işle önce muhabbet kaybettiklerimize hasret kaldığımız şu musîbetli günlerde inşallah önce muhabbeti arayacağız. Sonra da bizi çekirdekten çepere teslim almış düşmanlıklardan kurtuluşumuzun imkânlarını araştıracağız. Ve sonra da farkında olamadığımız ailemize, sevdiklerimize, mahallemize, milletimize ve tüm insanlığa olan hasretimizi derinden derine duyarak; Rabbimizin bizi manevi mengeneden kurtarması için yalvaracağız.

Başka bir yolu var mı, kurtuluşun…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*