Kâinata, Cenâb-ı Hak hesabına bakmak lâzımdır

Cenâb-ı Hakk’ın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatâdır.
 
MUKADDEME

Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmâlen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar’dır. Şöyle ki:

Cenâb-ı Hakk’ın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfiyle ve O’nun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatâdır.

Evet, herşeyin iki ciheti vardır: Bir ciheti Hakk’a bakar, diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binâenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.

Ve kezâ, nazarla niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalb eder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir.

Birinci kelâm: “İnnî lestü mâlikî”. Ben kendime mâlik değilim. Ancak mâlikim kâinatın mâlikidir. Fakat kendime mâlik nazarıyla bakıyorum ki, Mâlik-i Hakikînin sıfâtını ve sıfatların bir derece mâhiyetini ve hududunu bileyim. Evet, mevhum, mütenahi hududumla Mâlik-i Hakikînin sıfatlarının bir cihette gayr-ı mütenahi hududunu bildim.

İkinci kelâm: “El-mevtü hakkun”. Ölüm haktır. Evet, bu hayat ve bu beden şu azîm dünyaya direk olacak kabiliyette değildir. Zira onlar demir ve taştan değildir.

Ancak et, kan ve kemik gibi mütehalif şeylerden terekküp etmiş; kısa bir zamanda tevafukları, içtimaları varsa da iftirakları ve dağılmaları her vakit melhuzdur.

Üçüncü kelâm: “Rabbî vâhidun”. Rabbim birdir. Evet, herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-i Rahîme olan teslimiyete bağlıdır. Aksi takdirde pek çok rablere muhtaç olur. Çünkü insan, câmiiyeti itibarıyla bütün eşyaya ihtiyacı ve alâkası vardır. Ve herşeye karşı, hissederek veya etmeyerek, teessürü, elemleri vardır. Bu ise tam cehennem gibi bir hâlettir. Fakat erbab tevehhüm edilen esbab yed-i kudretine bir perde olan Rabb-i Vâhide teslimiyet, firdevsî bir vaziyettir.

Dördüncü kelâm: “Ene” [ben] ile tâbir edilen benlik, yani kendisine bir vücud, bir kıymet vermektir ki, bu ene, Cenâb-ı Hakkın sıfâtını, şuûnatını bilmek için bir santral ve bir vahid-i kıyasîdir.
Mesnevî-i Nûriye, Katre, Mukaddeme, s. 84
 
LÛ­GAT­ÇE:

mânâ-yı harfî: Bir şeyin yaratıcısına bakan, onu tanıtan mânâsı.
mânâ-yı ismî: Bir şeyin kendisine bakan, kendisini tanıtan mânâsı.
mâsivâ: Allah’ın dışındaki yaratılmış her şey.
cihet-i isnad: Dayanak ciheti.
Mün’im: Nimet veren Allah.
Sâni: San’atla yaratan Allah.
Müessir-i Hakikî: Gerçek tesir sahibi Allah.
tağyir: Bozma, başkalaştırma.
mârifet-i İlâhiye: Allah’ı ilim ve fenlerle bilme.
mevhum: Vehmedilen, olmadığı halde var zannedilen.
mütenâhi: Sonu belli olan, sınırlı.
melhuz: Düşünülebilen.
câmiiyet: Kapsayıcılık.
erbab: Rabler.
yed-i kudret: Kudret eli.
firdevsî: Cennet bahçesi misâli.
vahid-i kıyasî: Ölçü birimi.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*