Kâinatı konuşturmak

alt

İnsan kâinatla müthiş bir denge ile bağlıdır. Risale-i Nur’da bulunan şu manaya aşinayızdır: İnsanı büyütsen kâinat, kâinatı küçültsen insan olur. Bu uyum ve denge bizi kâinatla arkadaş olmaya ve kâinatın yaratıcısı ile bağ kurmaya yönlendirir. Öyle ki “Kâinatı halk eden Zât, … zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor.”1 İnsana verilen değer, kâinatla olan ilişkimizi daha anlamlı hale getirmeye sebep oluyor. Peki kâinat ile insan ilişkisinde karşımıza ne çıkıyor?

Kâinat dediğimiz şu apartman-ı İlâhî öyle ulvi, yüksek, derin, ince nizamlara tabi ve öyle acip, garip rabıtalara bağlıdır ki,2 böylece “insan santral gibi, bütün hilkatın nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kâinattaki nevâmis-i İlâhiyenin şuâlarına bir merkezdir.”3 O santralde oluşacak bir olumsuz değişimle beraber “hilkat bayılır, kâinat yayılır, hilkatin yağı ayranı birbirinden ayrılır.”4

İşte insan kâinat için bu kadar değerlidir. Peki kâinat, insan için ne değerdedir, hangi değerde olması gerekmektedir?

”Bu kâinat bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esmâ ve ef’âl-i umumiye-i İlâhiyenin adedince vahdetleri giymiş birtek insan-ı ekberdir.”5 Bu DNA sarmalı gibi insanla iç içe yaratılan kâinat, insan içinde değerlidir, önemlidir. Bu değer ve önem bizi onunla daha iyi rabıtalar kurmaya yönlendirir.

Kâinata baktığımızda hayretengiz ve dehşetengiz bir tebeddül ve faaliyet olduğunu görürüz. Bizi bu eksik bakışımızdan kurtarmak ve kâinatın da insan için değer arz ettiğini enelerimize kabul ettirmemiz gerekmektedir. Evet kâinat değerlidir. Çünkü o da Sani-i Zülcelâl’in kusursuz bir sanatıdır. Bu yönüyle kâinat ve içindeki mevcudat, bizim yaratıcımızla olan bağımızda bize yoldaş belki de bir arkadaştır. Bakış açılarımızı ve tarzımızı tazelediğimizde bu tablo çok net ortaya çıkmaktadır. Kâinat insana hizmet için yaratılmıştır. Bu hizmet insanın bakış açısından başlamaktadır. İnsan ise böyle umumi bir hizmeti ve arkadaşlığı–-eğerki fark ederse-–kaçırmaması gerekmektedir.

İnsan bazen en kalabalık ortamlarda olduğu halde yine yalnızlıktan, yine anlaşılamamaktan yakınır. Çok sıkıldığı ve bunaldığı durumlarda kendini kâinata nakşedilen, serpiştirilen müthiş sanatla baş başa bırakır. Bazen bir ağaçla, bazen bir kuşla konuşurken bulur kendini, bazen bir tırtıla dert yanar. İşte fark etmeden fıtratında tanımlı olan arkadaşlığı mevcudatta bulur, onlarla konuşur. Eğer bu bakış küllîleşir ve sıradanlıktan sıyrılırsa mana-i harfi devreye girer ve Sani-i Zülcemal’in bize haber veren mektupçukları her yerde görünür. İşte o zaman mevcudatla konuşmaya, onları anlamaya, tesbihlerini dinlemeye başlar, onların acip ve garip hallerini temaşaya doyamaz. Çünkü onları şuurkârâne izlerken, hakiki yönüyle tesbih ve zikirlerini tamamlar.  İnsan bu bakış açısını yakalayınca “bütün kâinatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder.”6 Bu hallerle arkadaşlığı genişlenirken aynı zamanda da özelleşir.

İşte bu hâl öyle bir vaziyet alır ki, artık yıldızları konuşturur ve onlarla konuşur:

“Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine

Name-i nurin-i hikmet bak ne takrir eylemiş

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler

Bir Kadir-i Zülcelal’in haşmet-i sultanına,

Birer bürhân-ı nur-efşanız vücûb-u Sânia, (….)

Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsebbihiz, zikrederiz âbidâne

Kehkeşanın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz.”7

Kâinat konuşur, hem de Halık-ı Zülcelâl’in onlara verdiği lisan-ı halleri ile bizlerle konuşur. Evet onları duyan da konuşur ve konuşmuş, konuşan dinlemiş. Hatta bir seferde kâinattaki yaratılan  mevcudat içinde “küçük canavarcıklar olan kediler”in çocuk gibi çok nazdar ve nazik “Ya Rahim, Ya Rahim” zikirlerini sarih bir surette dinlemiş.8 Mevcudatın insanların bir arkadaşı olduğunu anlamış ve bize anlatmış. Risale-i Nur’un Dördüncü Mektub’unda hatırlarsınız Çam Dağında “insten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ederek” mevcudatla aylarca baş başa kalmış. Başkaları perde üstüne perde ile baktığı ve kâinatın şeklini bir “matemhane-i umumi” hükmünde görürken Risale-i Nur âleme “şevk-u cezbe içinde bir zikirhane,” “birer dost ve kardeş,” “birer munis memur, birer tesbih içinde zakir”(9) suretinde görmüş; kainatla olan arkadaşlığımızı tasdiklemiş. Bize de bu açılan kapıdan adım atmak ve ilerlemek “mevcudat pencereleriyle Vacibü’l-Vucud’a bakmak”10 kalmış.

Elhasıl kâinat içinde insan, insan içinde kainat ortaya çıkmış. Bu sırlı yolculukta Risale-i Nur sayfalarını aralarken, hakikate attığımız her adımda bizlere Bediüzzaman Said Nursî ile de görüşmek, ona ders arkadaşı olmak nasip olmuş. Arkadaş arkadaşın aynasıdır düşüncesi ile biz kâinatla olan arkadaşlığımızı ilan ederken, o da bize aynayı okumayı göstermiş.

“Ey kendini insan bilen insan, kendini oku,”11 çünkü kendini okudukça kâinatı da okuyacaksın.

Selam ve dua ile…

Dipnotlar:
1- 28. Mektub – Şükür Risalesi
2- İşaratü’l-İ’caz – Bakara Suresi 25. Ayetin Tefsiri-Mukaddeme
3- İşaratü’l-İ’caz – Bakara Suresi 21. ve 22. Ayetin tefsiri
4- İşaratü’l-İ’caz – Bakara Suresi 25. Ayetin Tefsiri-Mukaddeme
5- 2. Şua – 3. Makam – 1. Hüccet
6- İşaratü’l-İ’caz – Bakara Suresi 3. Ayetin Tefsiri
7- 17. Söz 2. makamı – Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname
8- 24. Söz 1. Dal – Haşiye
9- 19. Söz 4. Reşha
10- Mektubat – 4. Mektub
11- 33. Söz -31. Pencere

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*