Kanun-u İlm-i Muhit

Gözlerimizi kapamakla bir an mülk boyutunun kesretinden sıyrılıp, enfüsi âlemimize dönelim ve düşünelim; çevremizde neler var? Bunlar nasıl vücuda geliyorlar? Neye hizmet ediyorlar?

Elimiz, kolumuz, gözlerimiz, saçlarımız ve gözümüzden ırak iç organlarımız bize en yakın varlıklar. Sonra ailemizin fertleri, yakın çevreden arkadaşlar, köyümüzün ya da şehrimizin insanları ve dünyadaki insanlar gibi kendi türümüzden varlıklar… Oturduğumuz koltuk, kullandığımız masa, duvardaki tablo, halılar, kilimler, banyodaki eşyalar, fayanslar, lavabolar ve diş fırçası gibi listesi çıkarıldığında sayısı binleri bulacak ev eşyaları… Çevremizdeki milyonlarca yapı, bunların inşasında kullanılan malzemeler ve aynı türden yollar, köprüler ve benzeri bir çok varlık da bizimle yakından alâkalı. Ayrıca çok yakından alâkalı olmadığımız farklı yörelerde, çeşitli bölgelerde yaşayan milyarlarca bitki ve hayvan türü, sinekler, böcekler, memeliler, suda yaşayanlar, ormanda yaşayanlar, amipler, planktonlar, hücreler gibi sayısız canlı sınıfından varlıklar… Yeryüzünün ve gökyüzünün tabakaları, yıldızlar, gezegenler, galaksiler, siyah delikler, beyaz cüceler gibi sonsuz bir âlemin sonsuz sayıda varlıklarını hayalimize getirdiğimizde nasıl bir dünyada yaşadığımızı daha iyi anlıyoruz. Bütün bu varlık türlerinin hayatla ve fıtrî kanunlarla bir halden diğerine geçişinden, ahenkle kaynaşmasından hasıl olan ve üzüntüler, sevinçler, savaşlar, yangınlar, felâketler gibi sosyal ve ruhî boyutu ilgilendiren türden varlıklar ve olaylar da hayatımızın bir parçası. Yani kâinatın her anını bir tablo olarak algıladığımızda veya o anı yaratılan bir levha olarak değerlendirdiğimizde her tablodaki sayısız varlıkların her bir tablodaki değişimiyle, farklı halleriyle akıl almaz bir işleyişle karşılaşıyoruz. Üstelik tablo içindeki her unsur diğeriyle irtibatlı, her bir şey her şeyi etkiliyor tarzda bir işleyiş.

Hippokrates′lar döneminden beri yaygın olan, İbn Sina ve Farabi′lerin ve en son Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin dile getirdiği yaygın kanaat, bütün bu manzaranın bazı temel unsurlardan teşkil edildiğidir. Sayıca ufak tefek farklılıklar olmasına rağmen bir çoğuna göre dört, kimine göre beş unsurun terkibidir bütün âlem. Bediüzzaman toprak, ateş, hava, su olarak sıralanan temel unsurların özünü hidrojen, oksijen, azot ve karbonun oluşturduğunu, bütün varlıkların özünde bu dört temel unsurun var olduğunu ifade eder. Günümüzün ilmî seviyesi ile biyoloji ve kimya gibi ilimlerin gözlüğü ile kâinata bakıldığında da gözlenen manzara pek farklı değildir. En sık gözlenen varlıkların büyük kısmı bu dört temel elementin farklı terkiplerde bir araya getirilişiyle oluşmaktadır. Meselâ canlı olan organik maddelerin kimyevî özelliklerini inceleyen kimya biliminin alt dalı olan “organik kimya” aynı zamanda “karbon kimyası” olarak da adlandırılmaktadır. Karbon ve canlı maddeler, organik yapılar arasında böyle bir yakınlık gözlenmiştir. Kâinat her türlü teferruatı ile incelendiğinde ise “periyodik cetvel” adı verilen listedeki yüz on küsur elementle teşkil edilmiş olan bir varlıklar âleminde yaşıyoruz. Daha temele inildiğinde elektron, proton ve nötronlardan müteşekkilmiş gibi gözüken bir âlem çıkıyor karşımıza. Bir dönemin en önemli arayışı ise elektronu da, protonu da, nötronu da teşkil eden ve her varlığın tuğlası hükmündeki tek unsura, temel yapı taşına ulaşmaktı. Bu arayış, insanı atom içi âlemin çok karmaşık yapısı, farklı kanunları ve pek çok atom içi partiküler ile karşılaştırdı.

Ancak kâinatın bir elektron, proton, nötron veya oksijen, hidrojen, karbon, azot ya da yüz on iki elementin terkibi olduğu gözlemi hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Peki bu terkiplerin hangi oranda, ne miktarda, hangi ölçülere göre olduğunu ne belirlemektedir? Bu noktada Otuzuncu Söz′ün muhteşem açıklaması zihinlerimize ışık tutar. Hayata mazhar olanlar ve şuur sahipleri için ruhun cisme hakimiyeti, yani ömrünün en küçük zaman diliminde en küçük hareketinde ölçüleri, miktarları, sınırları belirleyen şuurlu bir kanun manzumesi anlamında ruh kavramının bedende tezahürleri gözlenir. Hayatın ruh ve şuurla olan irtibatı en üst düzeyde, en mükemmel kıvamda yaratılan insandan hayvanlar, bitkiler ve cansızlara doğru inildikçe azalma eğilimindedir. Kâinatın bütününde ise mutasavvıfların hissettiği “sariye” adında her tarafı kuşatan bir ruh tezahürü kendini göstermektedir. Bütününü içine alan miktar, ölçü ve sınırları İlâhî kaderin belirlediği ifade edilmektedir. Hayat sahibi olanların düzeylerine göre kaderin onlardaki uzantısı olan kanunları ruh adını alırken mülk âlemindeki tasnife göre cansız ya da camid ismini alanlarda bu kanunlar “evamir-i tekviniye” (yaratılış kanunlarına) dönüyor. Mülk boyutunda bu işleyiş gözlenince felsefe ehlince “tabiat kanunları” şeklinde adlandırılıyor.

İnsanların her bir halinin, bütün canlıların geçirdiği evrelerin kaderin kaydı altında olduğuna dair işaretler, bu büyük kaydın yumurtalardaki, nutfelerdeki ve çekirdeklerdeki kayıtçıklar şeklinde uzantıları ile kendini hissettiriyor. Bu programlar ve kayıtçıklar çerçevesinde basit maddeler terkiplere dönüşüp dört-beş maddeden hadsiz varlıklar ve sayısız haller vücuda geliyor. Tekvinî emirler, yaratılışın kanunları, sanki çekirdeklerde şifrelerle ifade edilmiş. Belki de kâinat ağacı başlangıçta bir atom çekirdeği idi ve bütün kâinat programı onda kaydedilmişti. Bu âlemin farklı yerlerinde, farklı varlıklarında hizmet eden zerreler Rabbanî tesbihatları ve hayata hizmetleri, hikmet gereği israf edilmeyecek o zerrelerin “manevî alnında” kader kalemi her şeyi kuşatan ilim gereği kaydedecek ve yazacaktır.

Belki de bir temel zerre var; ve bu kâinatın zaman mekân boyutunda şekillenmesinin başlangıcı, ilk zerresi varsa onunla aynı. Her şey onda kayıtlı ve işleyişle tekrar ona kaydediliyor. Ağacın başlangıcındaki ve nihayetindeki çekirdek gibi. Evveli ve âhiri O′nu anlatıyor ve O′na dönüyor.

Başlangıçta kâinatın her anını bir tablo olarak algıladığımız hali tekrar göz önüne getirirsek kâinattaki süreklilik sinema perdesinde belirli bir zaman diliminde, belirli sayıda karenin ard arda gelişinin oluşturduğu sürekliliğe benzeyecektir. Şimdi her levhayı, her anlık tabloyu o an çizecek hızda bir kalem ve bu hızda kalemi kullanacak bir ressam düşünelim. Zamandan ve mekândan münezzeh, aczden müberra bir Zat-ı Akdes için bu durum hiç de zor değildir. Geceleri ucu yanan bir süpürge çöpünün ucunda yanan noktanın hızla dönüşüyle daire oluştuğunu hepimiz biliriz. Belki de kâinat böyle çok hızlı hareket eden bir noktanın çizdiği hatlardan ve yüzeylerden ibaret. Belki de aranan temel partikül, her şeyin çiziminde kullanılan her şeyi kaydeden ve her yerde var olan öyle bir temel zerre yani kudret kaleminin ucu. Her anda, her yerde ve her şeyde görev alan böyle bir zerrenin, her bilgiyi kaydediyor, bulunduruyor olması lâzımdır. Bu noktanın gerisindeki kalemi oynatan Kudret ve bu tablonun Sanatkârı ise en küçükten en büyüğe her şeyi ve her işleyişi biliyor olmalıdır. Bu muhteşem işleyişle ise bir “kanun-u ilm-i muhit” kendini hissettirir ve bir zerre ile ucunu gösterir. Kesretin vahdete dönüştüğü nokta bu kudret kaleminin ucu ve tek zerre ile bütün kâinatın ifade ediliş anı olmalıdır. O vahidiyetin tecelli yeri zerre, tohumlar, çekirdekler ve nutfeler ise zaman ve mekân tarlasında büyüyüp gelişerek vahidiyet içinde ehadiyet halini sergileyerek küllî isimlerin mülk boyutunda kesretle ifadesine zemin hazırlarlar. O ilim, bütün varlıkları kuşatır ve bütün varlıklar Rabbanî hizmetleri sonucu tekrar o ilme dönerler.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*