Kapitalizm kıskacında bunalan ruhun kurtuluşu

Vahşi kapitalizmin insanların beden ve ruh dünyalarını perişan ederek, inançsızlık ve depresyon girdabında boğduğu, günümüzün yaşanan bir gerçeğidir.

90 yıl önce Leopold Weiss adında bir gencin yaptığı dış gözlemin, iç gözleme dönüşmesiyle ruh dünyasındaki arayış, mutlu sona kavuşarak 26 yaşında Muhammed Esed olmaya götüren tefekkürü, ibretle ve dikkatle kendi eserinden izleyelim:

“1926 yılının Eylül günlerinden biriydi; Elsa’yla (hanımı) birlikte Berlin metrosunda, birinci mevki kompartımanlardan birindeydik. Birden karşımda oturan adama takıldı gözlerim: görünüşe bakılırsa varlıklı, başarılı bir iş adamına benziyordu; dizlerinin üzerinde pahalı cinsten güzel bir çanta, bir parmağında kocaman bir elmas yüzük vardı. Düzgün kılığı, göz dolduran görünüşüyle bu adamın, o günlerde Orta Avrupa’nın her yerinde göze çarpan refah havasını çok iyi yansıttığını düşünüyordum; ekonomik hayatı altüst eden ve halkın görünüşünden genel bir pejmürdeliğe yol açan o çetin enflasyon yıllarından sonra geldiği için hemen göze çarpan bir refah havası…

Halk şimdi iyi giyiniyor, iyi besleniyordu ve karşımda oturan adam da bu bakımdan bir istisna değildi. Ama adamın yüzüne bakınca, onun hiç de mutlu bir adam olmadığını sezinledim. Yorgun görünüyordu; sadece yorgun değil, vahim denebilecek ölçüde mutsuz. Gözleri ilerde, belirsiz bir noktaya boş bakışlarla takılıp kalmış, dudakları adeta ıztırap içinde kasılmıştı. Fakat bu ıztırap bedenî bir ıztırap gibi görünmüyordu şüphesiz. Sürekli adamı izleyerek kabalık etmiş olmamak için gözlerimi yana çevirdim ve onun yanındaki şık giyimli bayana çevirdim gözlerimi. Ağzı sert, çarpık ve eminim alışkanlık eseri, anlamsız bir tebessümle kasılıp kalmıştı bu bayan. Ve o zaman gözlerimi kompartımanda dolaştırıp bütün öteki yüzlere, bu istisnasız hepsi iyi giyimli, iyi beslenmiş şehirli insanların yüzlerine baktım birer birer. Ve hepsinde, bu yüzlerin hepsinde, aynı hüznün kalemiyle çizilmiş derin, gizli bir acı vardı; öylesine gizli ki, yüzlerin sahipleri bile farkında değildi bunun.

“Gerçekten garipti bu! Hiçbir zaman çevremde bu kadar çok mutsuz, bu kadar çok hüzünlü yüzü bir arada görmemiştim; ya da acısını sessiz çığlıklarla haykıran bu yüzlere, daha önce hiç bu gözle bakmamıştım. Bu müşahede öylesine sarsıcıydı ki Elsa’ya açmadan edemedim. Ve bir portre ressamının dikkatiyle, Elsa da çevresindeki yüzleri incelemeye koyuldu. Sonra şaşkınlıkla dönüp “Haklısın” dedi, “BİR CEHENNEM AZABI ÇEKİYORLAR SANKİ… Acaba kendileri bunun farkındalar mı?”

Farkında olmadıklarını biliyordum; çünkü eğer farkında olsalardı, her gün daha fazla refah, daha yeni alet edevat, belki birbirlerinin üzerinde daha fazla tahakküm gücü elde etmekten başka umutları, “hayat standartlarını” yükseltmek arzusundan başka bir amaçları ve gerçeklerle örülmüş bir inançları olmadan, hayatlarının böylesine boş, böylesine mübhem acıların içinde sürüp gitmesine göz yumamazlardı her halde.

Eve döndüğümüzde, masamın üzerinde açık duran KUR’ÂN nüshasına gözüm ilişti. Mekanik olarak, kitabı kapatıp kaldırmak için elime aldım; fakat tam kapamak üzereydim ki, açık sayfadaki âyetlere gözüm takıldı, okumaya koyuldum:

“Daha çok, daha çok (şeye sahip) olma hırsına tutuldunuz, Tâ ki, kabirler(iniz)i ziyaret edinceye, (oraya ininceye) kadar, Yoo, öyle değil, ilerde bileceksiniz! Hayır, bir bilseniz kesin (bir) bilgiyle, And olsun ki, Cehennemi göreceksiniz. And olsun ki, günü gelince apaçık göreceksiniz onu: Sonra, and olsun ki, (size verilen) nimetten sorulacaksınız.” (Tekâsür: 1-8) Bir an öylece sessiz kaldım. Kitabın elimde titrediğini görüyordum. Sonra onu Elsa’ya uzattım. “OKU,” dedim, “Bugün metroda gördüğümüz tablonun bir yankısı değil mi?” Bir yankıydı evet, bir cevaptı: Bütün şüpheleri bir hamlede gideren bir cevap. Şimdi artık, bütün şüphelerin ötesinde biliyordum ki, elimde tuttuğum kitap ALLAH KELÂMIYDI; insanoğluna on üç yüzyıl önce vahyedilmiş olmasına rağmen, açıklığından vüs’atinden hiçbir şey kaybetmeden; ancak bugün karmaşık, mekanize, fezalarda cirit atan bir çağın ortasında tezahür eden bir gerçeği haber veriyordu açıkça.

Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır: Ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar, eşyaya yönelmiş ölçüsüz, taşkın, başka her türlü duyguyu gölgede bırakırcasına ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı. Daha çok şeye sahip olmak daha çok şey yapmak, daha çok şey başarmak…

Bugün dünden daha çok, yarın bugünden daha ilerde. İnsanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları; daha yanına varır varmaz çözülüp yok olan ve aşağılayıcı bir biçimde hiçleşen hedeflere… Her başarıyı yeni ve daha parlak hedefler izliyor ve her hedefin başında onları daha acı, daha tüketici bir hiçlik bekliyordu.

Ve bu dinmez bir susuzluk halinde insan ruhunu kemire kemire tâ mezara kadar böylece uzayıp gidiyordu; ama kimse bu amaçsız koşunun farkında değildi, görmüyorlar, bilmiyorlardı: “Hayır öyle değil, ilerde bileceksiniz! Hayır, bir bilseniz kesin (bir) bilgiyle, And olsun, göreceksiniz Cehennemi…”

Hayır, bu kelâm, uzak Arabistan’ın uzak geçmişinde sesini yükselten ölümlü bir insanın hikmetli sözleri olmaktan çok daha öte bir şeydi. Ne kadar hikmetli olursa olsun böyle bir insan, yirminci yüzyıla özgü bu acılı koşuyu kendiliğinden bilemez; böylesine hakim bir perdeden, böylesine apaçık bir üslûbla dile getiremezdi. Hayır! Kur’ân’da konuşan MUHAMMED’İN (asm) sesinden daha güçlü, daha yüksek bir sesti ve bütün zamanları aşarak ulaşıyordu insan kulağına.”

Genç yaşında hanımıyla birlikte İslâm’ın nuruna kavuşan Muhammed Esed, bir daha Avrupa’ya dönmemek üzere 92 yıllık ömrünü Mekke’de ve diğer İslâm ülkelerinde tamamlayarak, terhis teskeresini alıp dar-ı bekaya avdet etmiştir.

SAĞLICAKLA KALIN

Dipnotlar:

1) Muhammed ESED, s. 401-404 çev. Cahit Koytak, Mekke’ye Giden Yol, İnsan Yayınları.

Feyzullah Ergün

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*