Karşımızdaki yangın

Bir çarşı düşünün ki, iyi ile kötü, sağlam ile çürük, güzel ile çirkin, iman ile küfür aynı tezgâhta satılıyor. Eskiden hiç kimse bozuk malı almaz, kimse de satmak istemezdi. Şimdi ise bozuk malı alan da memnun, satan da… Bilerek, isteyerek tezgâhtaki bozuk, çirkin malları alan alıcı, karşılığında verdiği ücretten haberi bile yok.

İşte zamanımızın dehşeti, insanlara bilerek ve isteyerek dünyayı ahirete tercih ettiriyor. Öyle bir dâvâyı kaybettiriyor ki, yerine ne verilirse verilsin, o kaybettiği iman dâvâsının yerini dolduramıyor.

Ehl-i imanın imanı güçlendikçe küfür de kendine yeni teknikler, yeni elbiseler buluyor. Kılıktan kılığa giriyor.

Bundan 60 ya da 70 yıl önce komünizm ve materyalizm ile insanlığın imanıyla oynayanlar, şimdi sefahat ile, modayla insanları dünyevîleştirmeye çalışarak, insanlık çarsısında tellal tutup ilânât yaptırıyorlar. Bu durum karşısında tehlikede olmayan yok. Taklidî iman sahiplerinden tutun da, tahkikî iman sahiplerine kadar hepimiz tehlike karşısındayız.

Bu tehlikelere şöyle bir bakınca karşımıza ilk önce “moda” çıkıyor. Hiç farkında olmadan bizi dünyevîleştiriyor. Cep telefonlarımızdan takım elbiselerimize, arabamızdan tatil yerlerimize kadar hepsi âlemimizi meşgul ediyor. Niye telefonumun kamerası yok, ayakkabım şu marka değil? Bu arabadan sonra hedefim şu model… Yazlığım şurada olsun, kışlığım şurada vs… Liste uzadıkça uzuyor ve maalesef biz hiç farkında olmadan âhireti ikinci, üçüncü sıraya atıyoruz. Zarurî ihtiyaç olmayan bir çok şeyi bize gelenek görenek, tiryakilik, heves, moda diye sunup, bizi asıl vazifemizden uzaklaştırıyorlar. Hatta onlara ulaşma uğruna bize uhrevî gayelerimizi bile feda ettiriyorlar. Gaye-i hayâlimiz dünya olunca hizmetteki şevkimiz kırılıyor, hizmette usanç geliyor. Paramız oldukça vermesi zorlaşıyor. Hizmete koşmamız yavaşlıyor…

Her hâli ile bizlere örnek olan Üstadımız, Kur’ân-ı Hakim’in eczahanesinden getirdiği ilâçlarla bu dermansız gibi görünen, ehl-i imanın imanını tehlikeye sokan yaralara ilâçları sunuyor. Ve biiznillah tedavi de ediyor.

İlk ilâç olarak “rabıta–ı mevt”i tavsiye ediyor. Zira Peygamberimiz (asm) bir hadisinde “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikredin“ buyuruyor. Ölümü düşünen insan dünyaya yaptığı yatırımın farkına varıyor. Peşinden koştuğu malın, mülkün kendisini kabir kapısında terk edeceğini hatırlıyor.

İkinci olarak “Onlar bilerek ve istiyerek dünyayı ahireti tercih ederler“ âyetini bol bol aklımıza getirip bu âyetin dehşetinden titreyip kendimize gelmek.

Üçüncüsü, dünyayı kalben terk etmek. Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylâni Hazretleri, halı ticareti yapan bir müridinin dükkânında saatlerce oturur. Müridini zevkle seyreder. Talebeleri bu hâle şaşırır. “Efendim” derler “Bu dükkânda niye bu kadar kaldınız, merak ettik, hikmeti nedir?” Gavs-ı Azam cevap verir: “Ben müridimin kalbine baktım, eli kârda, kalbi yarda. Para cebine giriyor, kalbine değil” diye cevap verir…

Dördüncüsü: “Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde ebedî hayatına lâzım olan levazımâtı tedarik etmekle mükelleftir.” Bu hakikattar vecizeyi ezberleyip hakikatini yaşamaya çalışmak.

Beşincisi: “Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilaçlarının naşiri olan Risâle-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, halis, sadık, fedakâr şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun…”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*