Kavalcının ihlâsı ve Zübeyir Gündüzalp

İç dünyamda fırtınaların koptuğu, hemen her gün değişik dünyalardaki hülya ve hayallere gittiğim yıllardı.

Bir gün gitarist, bir gün baterist diğer günde ünlü bir kaleci, bir başka günde ise şairliğe heveslendiğimden hiç sonuna getiremediğim şiirler. Roman yazma arzusu ile karalanmış sahife sahife roman müsveddeleri.

İşte böyle muhtelif denizlerin uğultulu sesler çıkaran dalgaları arasında gezerken, bir kısmını sayabildiğim duygu ve düşüncelerimi yerle bir eden, bu güne kadar beraber yaşadığım her bir hayalimi adeta yok sayan bir ses. Bu ses bir kaval sesi idi.

O bizim meşhur Salı pazarındaki pazarcıların bağırış-çağırışları, pazardaki insanların sesleri ile karışınca anlaşılmaz bir gürültüyü delip geçen kaval sesi, elimde olmayarak o tarafa doğru yönelmeme sebep oldu.

Yaklaştıkça artan kavalın o yanık sesini merakla ve sevinçle yakından görme isteğim birleşince, kendimi bir anda bir yığın kavalın başında kümelenmiş insanların içinde buldum. Her biri kaval alıyordu.

Kaval ötmüyor, adeta konuşuyordu, kavalcı ise güneşten siyahlaşmış yüzü ve kavalı üflemekten şişen yanaklarıyla o da, o günlerin meşhur parçalarını çalarak mesleğini konuşturuyordu.

Büyük bir heves ve iştahla bir kaval da ben aldım, ücretini ödeyip yıllardır aradığını bulmuş biri gibi sevinçle ve hızla oradan ayrıldım.

Tek düşüncem eve gidip o parçaları çalmaktı. Eve gittim, kavalı çıkardım, o günlerin meşhur şarkılarından birini seçtim, kavalı ağzıma götürdüm, başladım üflemeye. Ancak nafile hem o kadar nafile ki; o şarkıların bir tek notasını dahi çıkaramadım.

O zaman anladım ki; iş kavalda değil, kavalcıda imiş.

Daha sonra tanıştığım Risale-i Nur hizmetinde ihlâs sırrının ehemmiyetini anlayınca başımdan geçen bu hikaye aklıma geldi. Kavalcıyı o kavalları sattıran kavalcının mesleğindeki ihlâsı idi.

Risale-i Nurlar da bugün bütün dünyada okunuyorsa, bundaki yegâne (SIR); Barla’da bu hizmeti başlatan, başta Üstadımız, ve ağabeylerimizden bugünlere tevarüs eden İhlâslarından başka bir şey değildir.

Tabiî ki, bu konuda akla gelen ilk isim, ihlâsı hüve hüvesine yaşayan ihlâs ve sadâkat abidesi Zübeyir Gündüzalp.

Mehmet Emin Birinci Ağabey anlatıyor; “Zübeyir Abinin okuduğu kitap o anda satılırdı. Misafir olan kimsenin gözüne mutlaka takılırdı. Bir o risaleye, bir Zübeyir Abiye bakar bakar dururdu. Hayret ederdi ders bitince hemen kitabı satın alınırdı.

Biz derdik ki:

– Kardeşim, bak ! Zübeyir Abinin okuduğu bu kitap eski, biz sana yenisini verelim!

– Hayır ben bunu almak istiyorum. Bu kitap bende de var. Ama çok acayip, benim kitabımda sanki Zübeyir Abinin okuduğu yerler yok! var, ama yok işte. . . . onun için ben bu kitabı alacağım.

Mecburen o kitabı ona verirdik.

O derece tesirli (ihlâslı) Risale-i Nur okurdu. . . .

Onun için Zübeyir Abi derdi ki; “Benim okuduğum kitabı karşı taraf satın almazsa, ben onu okuma saymam.

Risale-i Nur okurken mutlaka kendi nefsine okuyacaksın. Başkasına okuma, kendine oku.

Biz okurken başkasının gözüne bakarak okuyoruz. ‘Bak Bediüzzaman ne diyor’ dercesine. Sana demiyor mu kardeşim, muhatap sen değil misin.” 1

İşte aynen bunun gibi; “Kavalcı, Ciğerlerindeki bütün havayı kavalını satmak için harcadığı gibi,

Zübeyir Abi’nin de; Aldığı her nefes Risale-i Nur, konuştuğu her kelime Risale-i Nur olunca, aklında Risale-i Nur’a hizmetten başka bir şey yok. Risale-i Nur’u okumuyor, yaşıyor. “Kavalcı” gibi.

“. . . benim kitabımda sanki Zübeyir Abinin okuduğu yerler yok, var, ama yok işte. . . . onun için ben bu kitabı alacağım. . .” deyip o kitap satın alınabiliyorsa.

Demek iş kitapta değil, onu (ihlâsla)okuyanda olduğu gibi.

Çetin Acar

Dipnot:
1- Zübeyir Gündüzalp, Hayatı-Mefkûresi s. 347 (İbrahim Kaygusuz).

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*