Kedi Türkçe ezana ‘dur’ dedi

(Bu hikâye Isparta Sav Köyü’nde yaşanmıştır. Şahitleri pek çoktur. Başta ben kendim (Hüseyin Kıymık) defalarca olayın kahramanı olan Süleyman Gül ve şahidi Tevfik Gül’den dinledim. Şu an isteyen Hafız Mehmet’in torunlarından da öğrenebilir.)

HAFIZ MEHMET (1895-1944): Risale-i Nurlar’da kendinden sitayişle bahsedilen, sıkıntılı dönemde büyük hizmetlerde bulunan Sav Köyü’nün Yusuflar Mahallesi’nde ufacık bir mescidde imamlık yapan, güngörmüş vakur ve cesur bir kişi….

Eşi Ümmü Hanım (1896-1963) Eğirdir’in Yukarı Gökdere Köyü’nden gelin olarak getirilmiş ve iyi bir aile eğitimi almış asil bir hanımefendi. Hafız Mehmet ve Ümmü Hanımdan dünyaya gelen 4 çocuk; Tevfik, Hatice, Halil ve en küçükleri Süleyman.

Tek partinin hükümran olduğu ve zulmün arşa yükseldiği bir dönem… Öyle ki; Arapça ezan ve kamet yasak, Kur’ân öğretimi yasak… Şehirlerde pek çok camiler ve mescitler ya satılmış veya ahır ve depo haline getirilmiş.

Zulüm tavan yapmış pek çok yerlere olduğu gibi Sav’a da sık sık baskınlar yapılıyor, ezan okuyup kamet getirenlerle Kur’ân öğretenler, gizlice takip ediliyor, yakalananlar karakollara götürülüp falakalara yatırılıyor, işkenceler ve hapishaneler…

Yine o tarihlerde Sav Köyü’nün Yusuflar Mahallesi’ndeki ufacık bir mescide sabah namazında jandarmalar baskın yapıyor. Sabahın soğuğunda mescit cemaati ve içlerinde şu an hayatta olan ve yaşları da 5 ve 6 olan iki çocuk da bulunmaktadır, birinin adı Abdulkadir, diğerininki Mehmet Emin… Jandarma dipcikleri gölgesi altında yaya olarak suç aletleri olan Kur’ân-ı Kerîmleri de sırtlarına sarılıp Isparta’ya karakola götürürler. Hafız Mehmet önde, diğerleri arkada…

Bir ara Hafız Mehmed geri dönerek: ‘Herkes Âyetel Kürsi’yi okusun’ der.

Başçavuş: Hoca ne oluyor ne talimatı veriyorsun?

Hafız Mehmet: “Hiçbir talimat vermedim kumandan, sadece Âyetel Kürsi’yi okumalarını söyledim.”

Başçavuş: “Bu çocuklar da mı Âyetel Kürsi okuyacak? Onlar ne bilirler!”

Hafız Mehmet, çocuklardan birine: “Haydi yavrum Âyetel Kürsi’yi seslice oku.”

Çocuk düzgün bir şekilde Âyete’l-Kürsi’yi okuyunca başçavuş duygulanır, ama bunu hissettirmemeye çalışır. Ne yapsın ki, bir emir kulu ve emri yerine getirmekle görevli…

Karakolda çocuklar serbest, diğerleri ise nezarete. İşkence ve zulüm…

Zalimler izzetinde, mazlumlar zilletinde kalarak buradan göçüp gittiler, şimdi her biri Mahkeme-i Kübra’da hesaplarını veriyorlar…

Asıl hikâyemiz tabiî ki bu değil, asıl hikâyemiz KEDİ ve EZAN…

Yine bir kış günü ve Hafız Mehmet’in Evi… Havalar çok soğuk, hayvanlar aç. Isınmaya odun ve hayvanlara yiyecek lâzım… Göktepe’den çalı kökü ve hayvanlar için geven getirmek gerekiyor. Hafız Mehmet mahallenin mescidinde aynı zamanda imamlık da yaptığı için, ezan okuma ve kamet getirme noktasında ciddî sıkıntısı var. O “Türkçe ezan” dedikleri lâkırtıyı ezan yerine okumak istemiyor, ama çok ciddî takip de var…

Kendi kendine şöyle düşünür. “Bari şu küçük oğlum Süleyman okusa, daha büluğ çağına gelmemiş, hani günaha da girmez. Ama önce ona öğretmek lâzım, hanıma söyleyeyim de o öğretiversin.”

Hafız Mehmet, Göktepe’ye çalı ve geven kökü getirmeye gitmek için hazırlığına başlar ve uzun deri bağcıklarını bağlarken hanımına seslenir: “Ümmü! Ümmü! bir baksana..”

“Buyur bey ne var?”

Hafız Mehmet: Benim vaktim pek olmuyor da şu Süleyman’a “Türkçe ezan” dedikleri lâkırdıyı öğretiver de ona okutayım. Hani böylelikle mesuliyetten biraz kurtulurum diye düşünüyorum.

O da: “Olur inşaallah” der.

Hafız Mehmet hayvanına biner ve gider. Evin hanımefendisi Ümmü ana, ahırdaki işlerini tamamlayınca yukarı odaya çıkar. Odada şimdilerin bir çeşit şöminesine benzeyen ocağa yaklaşır. Çalı kütükleri iyi köz olmuştur, evin kedisi ise köşeye yatmış mırmırlarını sürdürmekte, hayvanın rahatını bozmaz, ocağın tam karşısına geçer. Ellerini ve ayaklarını biraz ısıttıktan sonra, köşede süzülmüş olan oğluna seslenir:

– “Oğlum Süleyman gel şuraya bakalım.”

Süleyman annesi ile kedi arasında kalan bir boşluğa oturur ve annesini dinlemeye başlar.

Ümmü ana: “Bak oğlum babanın pek vakti olmuyor. Onun için bana söyledi, şu “Türkçe ezan” dedikleri şeyi bugün ben sana öğreteceğim ve mescidde sen okuyacaksın.”

Küçük Süleyman: “Tamam ana” der.

Ümmü ana: “Bak oğlum asıl ezanı zaten biliyorsun. Babanın sana öğrettiği şekilde, aynen onun gibi, makamlı söyleyeceksin: “Tanrı uludur, Tanrı…”

Kedinin mırmırları birden değişir, adeta hırıltıya dönüşür, yattığı yerden kalkmış, bir aslan gibi çok sert bakmakta.

Ümmü ana, İşte oğlum böyle: “Tanrı uludur..” der demez kedi, hırıltı ile üzerine atlar. Ümmü ana önce hiçbir anlam veremez ve kediyi sakinleştirmeye çalışır.

İkinci tekrarında, kedi hırıltıları ile tekrar üzerine atlar. Ümmü ananın şaşkınlığı iyice artmış. Kediyi tekrar sakinleştirmeye çalışır, ama kafası da karmakarışık olur.

Üçüncü defa, tekrar “Tanrı uludur”u öğretmeye çalışır. Bu defa kedi, tırnaklarını da çıkararak daha sert bir hırıltı ile üzerine atlar.

Süleyman da korkar ve ocak başından uzaklaşarak ağlamaya başlar. Ümmü ananın içinde fırtınalar kopar, adeta hıçkırıklara boğulur ve gözlerinden akan yaşlar yüzünü ıslatarak elbisesine damlar.

Kendi kendine: “Devletlülerimizde, şu canavar kedideki kadar da mı vicdan kalmamış? Ne hallere düştük ya Rabbi! Bir kedinin bile ezan olarak kabul etmediğini nasıl ezan diye yutturmaya çalışıyorsunuz? Bak kedi bile kabul etmiyor… Ya Rab! Hayvanların bile tahammül edemediği şu zulmü Sen sona erdir” diyerek hem ağlar, hem söylenir…

Süleyman, ezan dedikleri lâkırdıyı öğrenememiş ve ders, kedinin müdahalesiyle yarım kalmış… Hafız Mehmet akşama doğru eve döner. Çalı köklerini ve gevenleri ayrı ayrı yerlere yerleştirdikten sonra, yorgun bir şekilde çıkar, akşam namazına hazırlanır ve mescide gider.

Namazdan çıkıp eve gelince kedi yine aynı yerinde mırmırlarına devam etmektedir. Süleyman ise sofra hazırlanmasında anasına yardım etmekte… Yemek yenir ve sofra kaldırıldıktan sonra hanımına: Ümmü ne yaptın? Süleyman’a o Türkçe ezan denileni öğretebildin mi?

Ümmü ana oturur ve durumu bir bir kocasına anlatır.

Hafız Mehmet hem heyecanlanır ve hem de çok şaşırır: Nasıl olur! Allah Allah! Ne demek kedi okutmadı?

Ümmü ana: Öyle ise sen öğret… Daha Süleyman.. Daha kedi…

Hafız Mehmet oğlunu yanına alır ve talime başlar başlamaz kedi mırmırları bırakır yerinden kalkar. Adeta vahşi bir hayvana dönüşür, değişik sesler çıkarmaya başlar.

Hafız Mehmet: “Tanrı uludur” derken kedi tırnaklarını da çıkararak üzerine atlar…

Hafız Mehmet, gördü ve anladı ki, okudukları ezan değil, bir lâkırtı! Okunana kedi bile razı değil. O bile isyan ediyor. Eşi gibi oda gözyaşlarına hâkim olamaz, ağzından şu cümleler dökülür: “Görülüyor ki, zulüm arşa dayanmış. Hayvanlar bile isyanda. Artık bu devam etmez. Küfrün bile devamı vardır, ama zulmün devamı yoktur. Mazlumların gözyaşları bunları boğacak.” …… ve boğdu…

1950 ile bir dönem sona erdi. Mazlumların pek çoğu mükâfatını görmek için Cennete giderken, zalimlerin bir çoğu da zulümlerinin cezasını çekmeye Cehenneme yuvarlandı. Kalanlar ise kısmen dünyada da cezalarını çektiler. “Küfür devam eder, zulüm devam etmez” peygamber ifadesi bir kez daha teyid edildi.

Hüseyin Kıymık

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*