Kediler gibi ‘Ya Rahim’ diye zikreden İbrahim Mırmır

Büyük dâvâlar büyük insanlar ister.
Her büyük bir başka büyük çınarın gölgesinde büyür. Bediüzzaman 1936 yılında Kastamonu’ya geldiğinde İnebolu küçük bir kasabadır. Onu Isparta şehrine kardeş kılacak, küçük İnebolu’yu “Küçük Isparta” yapacak büyük ruhlu insanlara ihtiyaç vardır. İbrahim Mırmır nam-ı diğer Büyük İbrahim bunlardan biridir.

İçindeki putları kır İbrahim

İbrahim Mırmır 1905 yılında İnebolu’da doğar. İnebolu’nun kapılarını Risale-i Nur’a açan Ahmet Nazif Çelebi’nin can dostu, kapı komşusudur. Risale-i Nur’u da onun vasıtasıyla tanır.

1937 yılının kış mevsiminde Üstadı görmek üzere Kastamonu’ya gider. Yollar karla kaplı olsa da Üstadı göreceği için yüreği sıcacıktır. Gece bir otelde kalır. Sabahı zor eder. Nasrullah Camii şadırvanında kahvecilik yapan Çaycı Emin Efendi’nin yanına gider. Kendisini Üstada götürmesini ister. Çaycı Emin ‘Seydi Hafız var, onunla beraber gidersiniz’ diyerek yol gösterir.

Mizaç olarak duygusal bir insandır İbrahim. Üstada yaklaştıkça heyecanı artar. Nihayet huzura varır. Koca Bedii kitaplarını tashih etmektedir. Selâmdan sonra sohbet başlar. Hal hatır sorulur. Sohbet ilerledikçe İbrahim’in içindeki devasa putlar birer birer kırılır. Her sözcük biraz daha yontar İbrahim’i. Her bakış biraz daha küçültür nefsini. Her an biraz daha büyür gözünde Üstad. Üstaddan ebediyyen ayrılmak istemez, ama veda vakti gelmiştir artık.

“İnebolu’ya gidecek bir emanet var mı Üstadım?” diye sorar. Üstad sözü Ahmet Nazif’e getirir. Zira İnebolu’nun manevî tapusudur Ahmet Nazif. İbrahim’i Nur kütüğüne, Risale-i Nur’un defter-i kebirine kaydeden de odur. İbrahim’i gölgesinde büyüten koca çınardır. O koca çınarın tohumunu atan Üstad “Nazif ne yapıyor? Kitap vereceğim sana, götürür müsün?” der. “Götürürüm Üstadım” der vecd ile İbrahim.

Götürmez mi hiç İbrahim… Bir kere Üstadın huzurunda bütün yüklerinden kurtulmuştur. Nefsi yük olmaktan çıkmıştır artık ruhuna. Tüy kadar hafif, küheylanlar gibi güçlü ve zindedir. Üstad kalkar. Kitapları bir çimento torbasına koyar. ‘Bunları Nazif Efendiye götür’ der tekrar. İbrahim kitapları sırtına alır. Ne kutsal bir hazinedir bu. Ne ağır bir yüktür bu. Bedene yük verse de kalbe güç veren bir ağırlıktır bu. Üstad onun ihlâs ve samimiyetle dolu kalbindeki güzelliği görerek çok mutlu olur. “Kardeşim İbrahim” der, eliyle yere dört-beş daire çizer. “Burası haslar, burası naşirler. Senin adını en ortadaki merkez daireye yazdım” diyerek iltifat eder. İbrahim bu güzel sözlerden sonra biraz daha bağlanır Üstadına. Bu öyle bir bağdır ki ebediyete kadar kopmayacaktır. Sahabe güzelliklerinin yaşandığı Üstadın yoksul hanesi İbrahim için Cennet dairelerinden bir daire, bir köşk olur. Bu öyle bir dairedir ki içinde ebedî Cennetler barındırmaktadır. O güzel iltifatların sıcaklığını kalbinde duya duya karlı yollardan İnebolu’ya doğru yola çıkar. Ahmet Nazif’in evine gelir. Emanetleri ehline teslim eder. O günden sonra İbrahim, İnebolu Nur hizmetinin manevî reisi Ahmet Nazif’in başyardımcısı olur. Çelebiler, Fakazlılar, Gülcüler, Burgazlar ile hizmeti omuzlar. Kastamonu’ya gidip defalarca Üstadı ziyaret eder. Hizmetinde bulunur.

Hizmette önde, ücrette arkada olmayı seven İbrahim’i Rabbi büyüttükçe büyütmek, zenginleştirdikçe zenginleştirmek ister. Takvim yaprakları 1943 yılını göstermektedir. Üstad ve talebeleri ipe sapa gelmez gerekçelerle Denizli Hapsi’ne atılır. İbrahim de 11 İnebolulu Nur kardeşi ile Üstadın arkasından Denizli’ye sevk edilir.

Dua güzeldir, hele bir de hapiste olursa

Üstadın talebeleri yüksek ahlâkları ile hapishane görevlilerine güven telkin ederler. İbrahim bir gün bir şeyler almak için bakkala gider. Bakkal o dünyanın insanı değildir. İbrahim’i de diğer mahkûmlar gibi zannederek çıkışır. “Siz zaten doğru dürüst bir kimse olsaydınız buraya düşmezdiniz” diye hakaret eder. İbrahim cevap vermez. Ama üzgün ve mahzun olduğu her halinden bellidir. Hapishaneye döner. Arkadaşları telâşlanır: Ne oldu?… “Soru sormayın. Şimdi ben duâ yapacağım, siz de âmin deyin”, diyerek Ziya Dilek ve arkadaşlarından duâya iştirak etmelerini ister. Ellerini açar, yalvarmaya başlar: Ya Rabbi, sen bu adamı da bizim yanımıza getir! Arkadaşları can u gönülden “âmin” diye mukabele ederler. Bir gün sonra bakkal bir olaydan sonra, tevkif edilerek İbrahim’in koğuşuna gönderilir. Talebeler henüz kendilerine yaptığı hakaretlerden dolayı buraya düştüğünü söylemeye fırsat bulamadan Üstaddan haber gelir: Sakın, o adama bir şey demeyin, karışmayın!

İnebolu’da Nur hizmetinde İbrahim Mırmır dışında bir İbrahim daha vardır: İbrahim Fakazlı… Kaderin güzel bir tecellisidir ki iki İbrahim de Denizli Hapsi’nde Üstadla beraberdir. Fakazlı, Mırmır’dan 7 yaş küçüktür. Bir gün mahkemeden dönerken Üstad, Mırmır’a “Büyük İbrahim”, Fakazlı’ya “Küçük İbrahim” isimlerini verir. İbrahim ne zaman o günü hatırlasa gözlerinin içi güler.

15 Haziran 1944 tarihinde Hâkim Ali Rıza (Balaban) ve diğer hâkimler olayda suç unsuru olmadığını belirterek başta Üstad olmak üzere bütün Nur Talebelerinin oy birliği ile beraatına karar verirler. ‘Kaziye-i Muhakeme Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’ başlığı altında verilen Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararında İbrahim’in kimliği ‘İnebolu Avare Mahallesi’nden Ahmet oğlu, 321 doğumlu, 19.09.1943 gününden beri mevkuf, sabıkasız İbrahim Mırmır’ şeklinde takdim edilir.

Ah bu ezan sesleri, veli eder herkesi

Hapisten sonra Büyük ve Küçük İbrahimler arasında muhabbet daha da artar. Beraber hizmetten hizmete koşarlar. O günler ezanın yasaklandığı yıllardır. Bir bahar günü biraz ferahlamak için Bediüzzaman gibi onbeş-yirmi kişilik bir grupla kırlara giderler. Bir tepede konaklarlar. Abdest alırlar. Bir kayanın üzerine Büyük İbrahim, diğerine Küçük İbrahim çıkar. Yüreklerinin derinliklerinden gelen sesle haykırarak karşılıklı ezan okumaya başlarlar. Bütün kâinat susar, ezanı dinlemeye başlar. Yer gök, dağlar taşlar, en çok da İnebolu ezan sesleri ile inlemeye başlar. Yirmi dakika boyunca İnebolu’ya sanki rahmet yağmurları yağar. Yılların ezan hasreti biter. Gönüller şelâleler gibi çağıldar. Bütün varlık ezana hasret olsa da İnebolu’da hâlâ rahatsız olanlar vardır. Ezan sesleri duyulunca baskın yapmaya karar verirler. Akşamı beklerler. Vakit gelince takibe başlarlar. Nur Talebeleri akşama kadar kırda kalırlar. Dönerken hafif düzce bir yerde yatsı namazını kılarlar. Yanlarındaki lüküs lambasını samanların bulunduğu hafif çukurca bir yere koyarlar. Uzaktan bakılınca ışık görülmez olur. Takipçiler Nur Talebelerini gözden kaybederler. Telâşa kapılırlar. Güya Nur Talebeleri uçmuştur. Göğe yükselmiştir. Nur Talebelerinin göğe yükseldikleri doğrudur. Zira namaz mü’minin mi’racıdır. Onlar yatsı namazında gönüllerinin mi’racına, kalblerinin arşına varmışlardır, ama bedenleri hâlâ yerde, toprakta secdedir. Huşu ile kılınan namaz hayli uzun sürmüştür. Takipçiler kendilerince endişelerinde haklıdırlar. Çünkü Nur Talebeleri hâlâ ortada yoktur. Çarşı çalkalanmaya başlar. “Hucu” bildikleri Nurcular artık huşu içinde uçmaya da başlamışlardır. İddialar öyle ciddî şekilde anlatılır ki çoğu insan bu safsatalara inanır.

Kedilerin dili de, kalbi de temizdir

Kedilerin dili de, kalbi de biz fanilere benzemez. Ezan duysalar dinlerler, kamet duysalar namaza giderler. Her daim “Ya rahim! Ya Rahim” diye zikrederler. Harama bulaşmış bizim kulaklarımız bu sese aşina değildir. Kediler “Ya Rahim! Ya Rahim” diye söyler, bizim gibiler “mır mır” diye dinler. İbrahim Mırmır kedilerin dilinden anlayan, “Ya Rahim! Ya Rahim” diye inleyen kalb ehli bir insandır. Kedilerin babası Ebu Hüreyre’nin mirasçısıdır. Her canlı bir gün ölür. Ululardan aldığı mirası sonraki nesle bırakıp âlemden göç eder.

Ölüm güzeldir, hele bir de Kâbe’de olursa

Nuranî bir hayat yaşayan İbrahim, Hz. Mustafa’nın (asm) ve kedilerin babası Hüreyre’nin (ra) aşkıyla yanıp tutuşmaktadır. Kalbini dünyadan ahirete çeviren Üstadı 1960’da ahirete göçüvermiştir. İnebolu hizmetini beraber yürüttükleri Ahmet Nazif de hac farizasını ifa ettikten hemen sonra 30.12.1964 tarihinde vefat etmiştir. O gün bu gündür İsmail’ini ve Hacer’ini Kâbe’de bırakan İbrahim peygamberin hüznü vardır İbrahim’in üzerinde. Aynı dert Ahmet Nazif’in oğlu Selahâddin’de de vardır. Kutsal toprakların ateşiyle yanan kalplerinin harını dindirmek için birlikte hacca giderler. Bu 1937 yılında girdiği Nur yolculuğunu noktalayacak, ömrünü sonlandıracak, ölümünü nurlandıracak bir yolculuktur. Kâinatın kalbi Kâbe’ye varırlar. İbrahim kalbini bir kubbe gibi Kâbe’ye bırakır. Dünya ile bağını tamamen keser.

İbrahim Peygamberin, Hz. Hatice’nin oğlu İbrahim’in babası Sevgilinin (asm) ve sahabeciklerinin yaşadığı bu kutsal topraklara doyamaz. Mekke toprağı onu çekmektedir. Sevgilinin (asm) hasreti arttıkça artar. Takvim yaprakları 17 Kasım 1977’yi göstermektedir. Zayıf kalbi bu heyecana daha fazla dayanamaz. İbrahim Peygamberin, Sevgilisinin (asm), Sahabeciklerinin, Ebu Hüreyre’nin, Üstadının ve can dostu, hizmet arkadaşı Ahmet Nazif’in “Gel artık İbrahim’im” seslerine hemen icabet eder. Cennete gider.

Mekke onu bir sahabe gibi ağırlar. “Sahabe gibi yaşadın, sahabelerin yanında kal” diyerek sahabe gibi uğurlar. Hz. Mustafa’nın (asm) oğlu İbrahim’in yanına, Cennnet’ül-Mualla Kabristanına emanet ederler.

Allah rahmet etsin. Makamını Cennet etsin. Sahabeye kardeş etsin.

Amin… Amin… Amin…

Mustafa Oral

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*