Kime duâ, kime bedduâ?

Son günlerin bir başka tartışma konusu şudur: Müslüman Müslümana bedduâ eder mi? Peygamberimiz (asm) bedduâ etmiş midir? Bedduâ kime, niçin ve nasıl yapılır? Vesaire…

Konunun tartışmaya açılması, bir hocaefendinin—kendi ifadesiyle de—şimdiye kadar hiç söylemediği, kendisinden hiç sadır olmayan sözleri, tehevvüre kapılarak sarf etmiş olması sebebiyledir.

Bu yaptıklarına ister “mülâane”, ister “mübahele”, ister başka bir şey desinler, Başbakan ve çevresi dahil, ekser insanımız bunu düpedüz “lânet” ve “bedduâ” şeklinde anlayıp öyle de algıladı.

Kitlelere yönelik beyanlarda, senin ne demek istediğinden çok, muhatapların ne anladığı önem taşıyor. Sonradan yapacağın tashih ve düzeltmeler de, kavganın gürültüsü içinde duyulmaz, yahut hakkıyla anlaşılamaz hale gelir.

Bu kısacık tesbit ve hatırlatmalardan sonra, şimdi dönelim en baştaki suâllerin cevabına, yani asıl meselenin izahına…

Çokça duâ, nâdiren bedduâ

Herkesten çok duâ eden Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtüvesselâm, şüphesiz ki zaman zaman bedduâda da bulunmuştur.
Fakat, bu bedduâlar, doğrudan mü’min ve Müslim olanlara değil, belki Sünnet’e, imâna, Kur’ân’a, ehl-i İslâma zarar veren, yahut düşmanlık edenlere mahsus ve matuf olmuştur.

Evet, Fahr-i Kâinat, bedduâ sadedinde meselâ “Allah’ın lâneti fitneyi uyandıranın, rüşvet alıp verenin, faiz alıp yedirenin, zalimlerin, fasıkların, yıkıcı bid’atçilerin üzerine olsun…” demiştir. Bu mânâdaki bedduâlar, her zaman için geçerlidir.

Kezâ, Sultan Fatih de Ayasofya Camiini mâbed olmaktan çıkaranlara bedduâ edip lânetler yağdırıyor.

Aynı şekilde, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtüvesselâmın tâlimiyle hareket eden ve hayatını Sünnet-i Seniyye dairesinde geçiren Bediüzzaman Hazretleri de din yıkıcılarına, Ezân muarızlarına, Kur’ân’a düşmanlık edenlere zaman zaman bedduâda bulunmuştur… Kim ki tutup “Böyle bir şey yoktur” dese, ya konu cahilidir, ya da doğruyu söylemiyor demektir.

Doğru konuşmalı ve doğruyu da yarım-yamalak değil, olduğu gibi anlatıp aktarmaya âzami dikkat göstermeli.

Bizim bildiğimiz, gördüğümüz ve araştırdığımız kadarıyla tesbit edebildiğimiz konuya dair doğrular şudur ki:

Bediüzzaman Hazretleri, kendisine zulmeden, zehirleyen, zindana atan, hatta idamını isteyenlere dahi—imanını kurtarmak şartıyla—bedduâ etmiyor, aksine bütün şahsî hak ve hukukunu helâl ediyor. Dahası, dost ve talebelerine de, intikamını almaya çalışmamaları tavsiyesinde bulunuyor.

Öte yandan, yukarıda temas ettiğimiz mukaddes değerlere saldıran, ihanet eden gaddar zalimlere bedduâ etmekten de imtina etmiyor.

Özetle, gafillerin, muarızların, şerre âlet olanların ıslâhı için duâsını eksik etmeyen Bediüzzaman Hazretleri, bu zamanda akrep gibi, yılan gibi zehirlemekten lezzet alan mülhidlere, din-i İslâma ihanet edenlere, tarihte emsâli görülmemiş zulümleri irtikap edenlere de bedduâ ettiği gizlemiyor, bilâkis eserlerinde bunları açıkça ifade ediyor.

İşte, bu dinî ve şer’î denge içinde zaman zaman sarf etmiş olduğu duâ ve bedduâya dair sözlerinden kısacık bir derleme.

Gıybet, hakaret edenlere…

1935-44 yılları arasında, İstanbul’da kendisine karşı mütemadiyen “galiz gıybet ve şeni’ hakaret”te bulunan bir ihtiyar hocanın bu yaptıklarına karşılık olarak, Üstad Bediüzzaman Kastamonu Lâhikasında aynen şu mukabelede bulunuyor: “O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum.  Hatta tecavüz edilse de bedduâyla mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz.”

Üstad Bediüzzaman, bu zâta şahsî hakkını helâl etmeye karar verdiği esnada, gıybet âyetinin temessül ederek remzî, işarî, cifrî mânâsını okutturduğunu ve bu zamanda ona tarihçe de isabet ettiğini ayrıca beyan ediyor.

İdamını isteyenlere

Can düşmanı olan iki azılı bürokrat hakkında, Emirdağ Lâhikasında şunları beyan ediyor: “Münasip gelse, benim tarafımdan Emniyet Müdürü ve Müdde-i Umumiye selâm edip deyiniz ki: “Ben onlara bedduâ değil, bilâkis duâ ediyorum ki: Ya Rabbi! Onlara imân-ı kâmil ve hüsn-ü hatime ver ve Nurlardan müstefid yap.”

Şefkat mesleği gereği…

Mesleğinin bir esasının şefkat olduğunu hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri, bu esasın gereği olarak, yine aynı lâhika mektuplarında şunları beyan ediyor: “Ben Risâle-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla, bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek, hatta bedduâ edemiyorum. Hatta, en şiddetli garazla bana zulmeden fasık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki bedduâ ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî ve mânevî darbe gelmemek için, o dört masumların hatırına binaen, o zalim gaddara ilişmiyorum, bazan helâl ediyorum.”

Bedduâ etme ihtimali

Denizli mektuplarında şu sözlerini okumaktayız: “Yirmi seneden beri lüzûmsuz ve haksız ve faidesiz tarassudlar artık yeter. Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık vaziyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduâyı yapmak ihtimali var.”

1943’te Sarığına ilişen gaddar Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’a “lokal” mânâda bedduâ eden Bediüzzaman Hazretleri, ona “Başından bul Nevzat!” diye sesleniyor. Bu ceberut vali, 1946’da bunalıma girerek kafasına kurşun sıkıyor. Bedduâ onun “baş”ıyla sınırlı kalıyor.

O tarihten evvel Kastamonu’da da, din-i İslâmı hayattan silmek isteyen ceberut zındıklara bedduâ ettiğini, bir başka mektubunda hatırlatıyor.

Kezâ, Meşihat Dairesinin kız lisesine çevrilmesine de hiddet ederek bedduâda bulunuyor. Hemen ardından çıkan yangına sevindiğini söylüyor.

Bütün bunlar gösteriyor ki, onun bedduâsı, asla şahsî, dünyevî, yahut siyasî bir hırs ve hiddet saikiyle değildir. Hele hele, bunun dünya ikbâl ve iktidarıyla uzaktan yakından bir alâkası yoktur.

“Son ders” ve son sözler

Üstad Bediüzzaman’ın vefatından evvel Nur Talebelerine vermiş olduğu son dersten ve son sözlerinden de birkaç iktibas yaparak nihayet verelim…

“Seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, bedduâ dahi etmedim.”

“Bir mahkemede …Risâle-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, … en ziyade hücuma mâruz bu kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin  (savcının) üç yaşındaki çocuğunu gördüm, sordum. Dediler: ‘Bu müdde-i umumînin kızıdır.’ O mâsumun hâtırı için o müddeîye bedduâ etmedim.”
* * *
“Eşedd-i zulüm ile, bir eşedd-i istibdat tarzında, şahsımı hiç ömrümde görmediğim ihânetlerle çürütmekle, damarıma dokundurulduğu halde, tahammül ettim. Hattâ bedduâ da etmedim.”

Eşref Edib’le mülâkattan:

“İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musîbetle geçti. Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı fedâ ettim; helâl olsun. Onlara bedduâ bile etmiyorum.”
* * *
Final: Baştan sona görüldüğü ve açıkça anlaşıldığı üzere, mü’minlere ve ıslâhı mümkün olanlara duâ, ıslâhı gayr-i kàbil olan zalimlere ise “kahr ile duâ”, yani bedduâ vardır. Bedduanın da, masumlara zarar vermeyecek, zalimin şahsıyla sınırlı olacak şekilde yapılması gerektiği anlaşılıyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*