Korku imparatorluğunun ürkek bekçileri

Image
Korkunun dilini bilir misiniz? Açık mânâlardan kapalı tevriyeli anlamlara geçen cümleleri… Sonra cümlelerin vurgularını ve nihayet tonlarını kaybederek “fısıltıya” dönüşlerini mutlaka yaşamışsınızdır. Cemiyetin konuşma yerine fısıltıyı tercih ettiği korku imparatorluğu hükümranlığını ilân etmiştir.

Tedirgin bakışlar, yarım cümleler ve çevreyi mütemadiyen telâş içinde tarayan gözler; imparatorluğun merkezinde yaşadığınızı size hatırlatır. Zehre dönüşen, bazan uyutan manevî bir gazlı hava veya kişide hipnoz tesiri icra eden korkunun dili o kadar çeşitli ve renklidir ki… Fısıltının bittiği yerde hal diliyle konuşulur bu devlette. Jest ve mimiklerden oluşan yeni bir lisanla karşılaşırsınız. Kelimelerin vokallerinden sıyrıldığı zamanlarda el-kol hareketleri devreye girse de, herşeyin gizlenmiş gözlerle takip edildiği yerlerde bu da tehlikelidir. Bu raddeden sonra yalnızca gözler devreye girer ve bakışların diliyle devam etmeye çalışırsınız. Hakikati doğru denecek kadar çıplak pencerelerle seyrettiren gözler de kendilerini ele verince, imparatorluğun insafsızca korku akıntısına kapılmaktan başka birşey gelmez elden…
Uzun süre bu imparatorluğun baskısına maruz kalan ahali, zamanla “aykırı emir ve işlere” kalp ve kafasını da kapatmaya gayret eder. İbadetteki huşûyu bozacak vesveseyi kovma hassasiyetiyle, imparatorluğun yapacaklarından zihnini arındırmaya çalışır. Bu sürecin halkın fıtratında “kimyasal devrimlere” yol açacağını kabullenmek zorundasınız. Beyin, kalp ve vicdanların hiçbir şey üretemediği zamanlardır bu değişimin başladığı anlar… Tefekkür dünyasını ayrık otları istilâ eder endişesiyle düşünce tarlalarını nadasa bırakanlar, “dikta ideolojisininin” pervasızca buralara yerleşmesine ses de çıkaramazlar. Zamanla yaptıklarının doğru olduğunu iddiaya kalkıştıklarında, kimyasal devrim tamamıyla başlamış demektir.
Diktatörlüklerin garip tarihlerini tedai ettiren yukarıdaki hikâye, aynı zamanda bizim de hikâyemizdir. İmparatorluğun vücuda getirdiği dilin coğrafyaları, zamanları ve kültürleri değiştikçe küçük ayrıntılar oluşsa da, insanî çerçevesi ve temel karakterleri aynıdır. Neslimiz imparatorluğun çöküş işaretine rağmen o dili kullanıyor bugün. Ekseriyetle insanlar birbirlerine “Dikkat! Seni takip ediyorlar! Telefon konuşmaların dinleniyor. Öyle kudretli gizli güçler ki, aykırı bir sözün veya hareketinle seni bitirirler… Aç bırakırlar, açıkta bırakırlar. Yaşadığın şu lüks hayatı kime borçlu olduğunu biliyor musun?” vs. diyorlar. Ona yönelik ikazların elektronik ve basılı medyanın her tarafından aktığı bir zamanda, korku imparatorluğunun dilinden vazgeçebilmek için cesaret ve sebat gerekiyor.

NESLİMİZİN KORKU İMPARATORLUĞU

Bu dilin bizimle başladığını söyleyemeyiz. Belki de vahşet devrinden bu yana… Gençliğimizi 1970’li yıllarda yaşadık. Bugünkü korku yoktu. Sokakları aşındıramayacağımızı bile bile yürüyorduk. Haksızlara bağırırdık. Konuşurduk, toplanırdık ve yazardık. O günün gazeteleri şahitlerimizdir.
Sonra çoook derin bir ihtilâl yaşadık. Bolşeviklerin Kırım’a ve Buhara’ya davrandığı cinsten. Anarşi ile sokaklarda birbirlerine öldürtemediklerini Mamak, Diyarbakır, Erzurum, Malatya ve diğer memleket hapishanelerine götürdüler. Sorgusuz sualsiz üç aylık mahzen zindanlarında yarı sağlıklarını bırakarak kurtulanların dilinden anlatılsa bu masal, büyük sinemacılara gün doğar. Sonra konuşma ihtimali olanları teker teker içeri aldılar. Dinî cemaatlerin temsilcileri, aşiret reisleri veya temayüz etmiş şahsiyetlerle ancak haşirde açılabilecek dosyalarda anlaşmalar imzalattırıldı. Konuşmakta ısrar edenlerin isimlerini “fail-i meçhuller” listesine kaydettiler. Yalnızca milletin temsilcileri susmadı, aydınlatabilecek bütün ışıklar karartıldı. Gazeteciler gözleriyle veya istihbarat lisanıyla konuşmak isteyince, gazeteleri peş peşe kapatıldı.
1987’de ne olduysa zindana sızan ışığı takip edenler, hürriyet kapısını araladılar. İmparatorluk azıcık geri çekildi. İstibdat buzlarının erimeye başladığı yıllardı. Milletin temsilcileri Zincirbozan’dan, Hamzaköy’den ve Mamak’tan tekrar yerlerine döndüler. Dönüşlerinde korkunun izleri vardı. Korku imparatorluğuyla milleti sindirenler, bu defa zemherirde hücuma geçtiler. 28 Şubat ihtilâli, 12 Eylül’de ele geçirilmiş siperlerin tahkimiydi. Hak ve hürriyetlere balans ayarı… Adam adama markaj… Dinî cemaatler, sivil toplumcular ve hürriyetperverler zabt-u rabt altına alındı. Zeynelabidin bin Ali ile Hafız Esad pratik örnekleriydi.
Sonra hürriyet güneşi bütün dünyada yükselmeye başlamıştı. Komite istibdatları dökülüyordu. Bizdeki korku imparatorluğunun kaleleri tehlikedeydi. Gün sayıyorlardı. Fakat bu defa 12 Eylül’den daha münafıkane bir oyun sergilediler imparatorluğun Selanikli temsilcileri. Halkın arasından, önceleri mağdur ettikleri Anadolu çocuklarından bir “değişim ekibi” çıkardılar. Düne kadar kendisinden kabul ettiklerini idarede gören halk bayram yaptı. Mücahitler, bozkurtlar, mukaddesatçılar ve nihayet şakirtler… Rüya gibi… Fakat ilginç bir manzara vardı: Başvekilden bürokrata ve hatta müstahdemine kadar herkes birbirine korkmayı fısıldıyor ve tedbir alıyorlardı. Müsaadeli bir-iki sözcü meydanlarda kabadayılık edecekti ve millete eskisinden ziyade korku üflenecekti. Önceleri bu hale taaccüp ederken millet, “dindar siyasetçilere” teslimiyetinden dolayı “hikmet-i hükümeti” pek sorgulamadı. Partililerin lüks hayatları ve temel insanî haklardaki mağduriyetler de imparatorlukça gündemden kaldırıldı. Parsayı kapanlar, lokmayı yutanlar ve hatta yan yatanlar bile “korkuyu” konuştular. “Bekleyin şu tepeyi de aşalım, hürriyet güneşini birlikte selâmlayacağız” diyerek milleti oyalayanlar, imparatorluğun “ürkek bekçileri” olduklarını hassasiyetle gizliyorlar. Fark edenleri ise yedeklerindeki lokmalarla susturuyorlar.

KİMLER KORKACAKTI…

Doğrusu hürriyeti isteyenlerin hepsi… Adaletli paylaşımı ve hukukun üstünlüğünü arzu edenler… Bilhassa dinî hürriyetlerini yaşamanın peşinde olanlar… Kemalizme karşı olanlar… Türkiye’nin ve dolayısıyla dünyanın barışına çalışanlar…
Bolşevikçe yaşamak isteyenlere, ahlâksızlara, rüşvetle iş görenlere, sabbahîce davrananlara ve kadını pazarlayanlara ne korku vardı, ne de bir kısıtlama… Avrupa ve Amerika’daki ekranlardan daha müstehcen ve zararlı yayın yapanlara hükümet teşvik kredileri veriyor. Arpaları azalan bir-iki sol gazete de ürkekleri korkutmak için ya alkol, ya kadın veya buna benzer bir unsurla ürkek bekçilerden krallar gibi geçiniyorlardı.
Varlıklarını, saltanatlarını ve debdebelerini korku imparatorluğuna borçlu “ürkek bekçiler”den hürriyet, hukuk ve refah bekleyenlerin sabahı geç olacağından, yine iş zindana sızan ışıkçığı takip edenlere kalıyor.

 

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*