Koşun çocuklar, Bediüzzaman dede geliyor!

Image
Yeni Asya gazetesinin 39. yılı münasebetiyle, Bediüzzaman Said Nursî’yi gören son şahitlerden Ahmet Vehbi Ünlü’yle görüştük. 39 yıl boyunca Yeni Asya gazetesini hep yakından takip eden Ünlü ile Yeni Asya’yı, öğrencilik ve öğretmenlik yıllarını konuştuk. Belki de ilk defa duyacağınız hatıraları kaydettik. Kendisi ile görüştüğümde oldukça heyecanlı idi. İlkin bu heyecana bir anlam veremediysem de, zaman geçtikçe anlattığı hatıralar ile aynı heyecanı ben de hissettim. Zira hissetmemek elde değildi! Bu heyecana katlanabilecekleri, röportaj ile baş başa bırakıyorum.

 

* Yeni Asya’yı ne zaman ve nasıl tanıdınız?

Eskiden, kardeşler arasında haberleşme, gazete aracılığıyla lâhika tarzındaydı. Zaten Zübeyir Ağabey, gazetenin ilk çıkışını o şekilde açıklamıştı: “Bir lahana yaprağı kadar da olsa gazetemiz olsun” diyordu. Ağabeyler tarafından ilk önce İttihad gazetesi haftalık olarak çıkarılıyordu. Biz de onu elimize alır; Maltepe, Kızılay ve diğer semtlerde, komünistlerin “Bu düzen değişecek” şeklindeki bağırışlarına karşılık, kendi manşetlerimizi bağırarak anlatır dururduk. Böyle karşılıklı caddenin iki kenarında atışırdık.

Daha sonraları İttihad gazetesi, günlük Yeni Asya gazetesine dönüştü. İttihad’da köşe yazarlığı yapan ağabeylerden aldığım şevk ile İlâhiyat Fakültesi’nde okuduğumuz zamanlarda ilk yazımı “Neden ilâhiyat?” başlığı ile Yeni Asya’da yazmıştım.

Zübeyir Ağabey ve sâir ağabeylerin gayretleri ile Yeni Asya gazetesi çıkmaya başlamıştır. Yeni Asya’yı ilk çıktığından beri devamlı fasılasız almaktayım. Onun için Yeni Asya benim bir parçamdır. Almadığım zaman hiç olmamıştır. Tam 39 yıl hep yakından takip ettim. Dâvâma hizmet eden bir gazeteyi nasıl takip etmeyi bırakırdım? Ben yemeğimi yemem, aç kalırım ama Yeni Asya gazetesini alır, takip ederim. Ömrümün sonuna kadar da bu şekilde devam edeceğim inşallah. Bunu tahdis-i nimet nevinden şerefle söylüyorum.

* Yeni Asya gazetesi 39. yılına girdi. 39 yıl boyunca Yeni Asya’yı her zaman yakından takip eden biri olarak, geçen onca zamanı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dâvâ gazetesi olan Yeni Asya, sıkıntılarla, kapatılmalarla, baskılarla, karalamalarla bugünlere kadar geldi. Bütün bunlara göğüs germek zorundaydı ve gerdi de. Zaten, dâvâ gazetesi olduğu da böyle belli olurdu. Bunlar olmazsa kendimizden şüphe etmemiz lâzım. 39 yıl boyunca çektiği sıkıntılar, aslında onun mükâfatıdır.

*Yeni Asya gazetesinin geleceğini nasıl görüyorsunuz, yorumluyorsunuz?

Yeni Asya’yı elime aldığımda, ilk olarak Lâhika sayfasını okurum. Benim nazarımda tirajı az olmuş, çok olmuş hiç kıymeti yok. Ben yine almaya devam ederim. Ama gönlüm arzu eder ki, tirajı yüz binleri, milyonları bulsun. Nasıl ki, kıbleyi gösteren, pusuladır; ben Yeni Asya’yı da o şekilde görüyorum. Bize kıblemizi, istikametimizi, yolumuzu gösteren bir pusula hükmündedir.

* Yeni Asya gazetesini, diğer dinî gazetelerden ayıran en önemli fark(lar) nedir?

Risâle-i Nur, nasıl ki diğer dinî neşriyâtlardan farklı ve Kur’ân’ın hakikî bir nâşiri ise; Yeni Asya gazetesi de diğer dinî yayın organlarından farklıdır. En önemli özelliği, dâvâ gazetesi olmasıdır.

*Yeni Asya gazetesinin arka tarafında şu vecize yer alıyor: “Ümitvâr olunuz: Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır.” Ben bu vecizeyi okuduğumda Yeni Asya’yı da bu çerçevede düşünüyorum. Yani, istikbalde de, İslâmın sadâsını en iyi şekilde duyuracak bir gazete olarak…

Zaten aynı mânâ çıkıyor! Az evvel okuduğunuz vecizenin her zikredilişinde, ben de Yeni Asya’yı düşünüyorum. Çünkü Yeni Asya gazetesi, İslâm’a, Kur’ân’a hizmet eden bir gazete. Elbette ki en yüksek gür sadâ; İslâm’ın, Kur’ân’ın ve Yeni Asya’nın sadâsı olacaktır.

*Yeni Asya gazetesi basında önemli bir yere sahip. Manşetlerinin basında ses getirdiği, diğer yayın organlarındaki bir kısım yazarlar tarafından da dile getiriliyor. Sizce Yeni Asya, ses getirecek manşetleri hazırlama gücünü nereden alıyor?

Risâle-i Nur’dan alıyor. Risâle-i Nur’un, hak dâvânın hakikî nâşir-i efkârıdır Yeni Asya. Çünkü Risâle-i Nur, bizim için bir pusula hükmündedir. Bu sebeple biz pekçok meselede fersah fersah öndeyiz.

*Bediüzzaman Hazretleri ile görüşmeniz nasıl oldu?

Üstad Hazretlerini ilk görüşüm, sekiz yaşlarımdayken oldu. Afyon’da haftanın belli günlerinde pazarlar olurdu. Babam pazara giderken beni de yanına aldığı bir günde Üstad Hazretlerini ilk görmem gerçekleşti. Babam manifatura sergisini açacakmış. Pazarda açılan sergi geniş olduğu için hırsızlık olmasın diyerekten serginin bir ucuna beni diker, diğer ucunda da kendisi beklerdi. Sergi bittiğinde toparlanırken Emirdağlı Çalışkanlar ailesinden benim yaşlarımda bir çocuk bana hitaben “Bak, şu arka evin penceresinde takkeli, sarıklı adam Bediüzzaman’dır” diye konuştu. Üstad Hazretlerini ilk görüşüm o zaman olmuştu. Sonraki yıllarda, 1958 senesinde Afyon Lisesi’nde yatılı olarak okurken, bir gün öğleden sonra dersimiz boştu. Bir arkadaşla birlikte okulun avlusunda dolaşırken Üstad Hazretlerinin Chevrolet marka arabası ile geçtiğini görünce, yanımdaki arkadaş “Bediüzzaman geçiyor” diyerek koştu, ben de peşinden koştum. Önce arkadaşım Üstad Hazretlerinin elini öptü, sonra da ben. Afyon Lisesi’ndeyken Üstad Hazretlerinin elini öpmek nasip olmuştu.

Üstad Hazretlerini en son görüşüm ise şu şekildeydi: Üstad Hazretleri, Bolvadin’deki evimizin altındaki yoldan Emirdağ’a gidiyordu. Babamın, evimizin altında bir bakkal dükkânı vardı. Ben de, lisede tarih dersinden bütünlemeye kalmış, bekliyordum. O arada da dükkânı çalıştırıyordum. Dükkânı çalıştırdığım sıra—sene 1958-1959’da—Üstad Hazretleri geldi, tam bizim dükkânın önünde durdu. İçeride de müşteriler var. Ben “Bir dakika dışarı çıkayım” dedim. Yalnız dükkânın hemen yanında da evimizin kapısı vardı. Oradan da annem çıkmış. Tabiî o zaman bizim kapılarda perde vardı. Annem o perdeyi önüne/yüzüne almış, eliyle Üstad Hazretleriyle lisan-ı haliyle konuşuyorlar. Ben tam yanlarına varmak üzereyken şoför geldi ve Üstad Hazretleri bindi gitti, yetişemedim. Daha sonraki yılda da Urfa’da vefat ettiğinin haberini duyduk. Bizim tahtadan bir radyomuz vardı. Sabah namazından sonra kahvaltı yaparken ben annem ve diğer kardeşlerim “Bediüzzaman Hazretleri vefat etmiştir” haberini duyunca beraber hüngür hüngür ağlamaya başladık.

*Ağabeyiniz İsmail Hakkı Ünlü’nün, Üstad Hazretleri ile görüşmesi nasıl oldu?

Image Ankara’da Genelkurmay’da vatanî görevini yaptığı zamanlarda Kore’ye gitmek için ismini gönüllü olarak yazdırmış. Kore’ye gitmeden evvel üç ay izin vermişler kendisine. O da Bolvadin’e, eve geldi. Tatil zamanında babam, İsmail Ağabeyimi, hayır duâsını almak için Emirdağ’da bulunan Üstad Hazretlerinin yanına götürdü. Üstad Hazretleri, babama hitaben; “Oğlun Kore’ye gidiyor, sen çok merak ediyor, üzülüyorsun. Hiç merak etme, üzülme. İnşallah oğlun gidip gelenlerden olacak” demiş. Daha sonra yine Üstad Hazretleri “Hükûmet, Kore’ye 4500 kişilik asker gönderiyormuş, eğer bana da izin verseler, beş bin genç talebemle gönüllü olarak, komünistlerle harp etmek için ben de giderdim” demiş. Ayrılmaya yakın da, ağabeyime dönüp “Uçakta dahi olsan namazını terk etmemen şartı ile sana duâ edeceğim” demiş.

Daha sonra ağabeyimi Kore’ye gitmek üzere uğurladık. Kore’deyken bir gün ağabeyim bir mektubunda şunları yazmış: “Şu anda Kore savaşından çıktık. Kore savaşının içindeyken bir su birikintisinin içinden abdest alıyordum. Babam ve Üstadın siluetini suyun üzerinde gördüm. O, bana bir moral verdi. Ve Kore savaşında düşmanları yardık ve kurtulduk.”

*1966 senesinde Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Hazretlerinin 100 yıllık cübbesini giymişsiniz. Cübbeyi kimden aldınız? Giyerken neler hissettiniz?

O zamanlar ben, Ankara’da dershanede kalıyordum. Bir ara memlekete Bolvadin’e gidecektim. Bayram Ağabey, Üstad Hazretlerinin emanetlerini meşin bir bavulun içerisinde Bolvadin’de bir ağabeye bırakmıştı. Ben de Bolvadin’e bayrama gittiğimde “Ahmet kardeş gelirken camcı abiye uğra, oradaki Üstad Hazretlerinin eşyalarını al gel” dedi. Ben de giderken aldım, oradan eve getirdim. Annem “Bir açıp bakalım” dedi. Açtık içerisini, bir lastik mesh vardı. Ama yamadan asıl parçasının hangisi olduğu fark edilmiyordu. Bir de pamuktan hırkası, çorabı, cübbesi, gömleği, iç gömleği vardı. Türüm türüm kokuyordu. Annem gözyaşlarıyla kokladı, yüzüne sürdü. Daha sonra onları aldım, Hacı Bayram’daki Ulus 27 nolu dershaneye getirdim ve Bayram Ağabeye teslim ettim. Evdeyken cesaret edip giyemediğim cübbeyi Bayram Ağabey meşin bavulu açtığında bana “Ahmet kardeş, sen bunu giy, iki rekât namaz kıl” diyerek giydirdi.

*Hem öğretmenlik hem yedek subaylık yaptığınızı hatıralardan okudum. İkisini yapmanıza nasıl müsaade ediliyordu? Kısaca anlatır mısınız?

1960 senesinde Afyon Lisesini bitirdiğimde, babam maddî sıkıntılar yüzünden beni daha okutamayacağını söyledi. Oysa ki okumayı çok arzu ediyordum. Bir gün, bir iki arkadaşla radyolarda, gazetelerde şu haberi duyduk: “Lise mezunlarına yedek subay olarak askerlik verilecektir. Yedek subay olaraktan terhis olacaklardır”. Ben de “Hem askerliğimi çıkarmış olurum, hem de öğretmenlik yaparım” düşüncesi ile anne ve babamın rızasını alarak askere gittim. Beni, Nevşehir’in Gülşehir kazasının Dadaş köyüne verdiler. Orada iki sene yedek subay olarak öğretmenlik yaptım. Yaz tatillerinde de Denizli’de eğitim hizmetlerinde üç ay bulunuyordum. Ve o şekilde askerliğimi bitirdim. Hatta Denizli’deyken nurcu arkadaşlar epey vardı. Hep beraber tugaya cami yaptırmıştık o zamanlar. Askerlik bittikten sonra öğretmenlikte kalmamıza müsaade ettiler. Müracaat ettim ve öğretmenlikte kaldım. Normal ilkokul öğretmeni olmuş oldum. İlkokul öğretmeni olunca tayin istedim. Tayinimi Emirdağ’ın bir köyüne verdiler.

*Sizin öğrenci olduğunuz yıllarda neredeyse bütün gazetelerin “Nurcular yakalandı” haberlerini yazdıklarını yine hatıralardan okuyoruz. Nurculara taraftar olan herhangi bir gazete yok muydu?

Bizler o zamanlar bir gazetemizin olmasını çok arzu ediyorduk. O zamanlar radyolarda, gazetelerde her zaman “Nurcular yakalandı” haberleri çıkıyordu. Ama “Beraat ettiler” haberleri hiç çıkmıyordu. Bugün adında bir gazete yetkilileri, ağabeylere demişler ki: “Eğer Türkiye çapında on bin gazete alırsanız, biz sizin beraat haberlerinizi yazarız.” Bizler de kendi ceplerimizdeki harçlığımızla bir iki kişi bir araya gelip, bir gazete alıyorduk. İstanbul’dan Zübeyir Ağabeyden “Bu gazeteden alın” diye haber gelmişti. Onun için o zamanlar Bugün gazetesini okuyorduk.

* Risâle-i Nur derslerinde bulunduğunuz bir anda, hiç polisler tarafından basıldığınız oldu mu?

Yazın Afyon’da; Bolvadin’den, Emirdağ’dan kardeşleri topladık ve Risâle-i Nur dersi yapıyorduk. Benim en küçük kardeşim Said de gelmişti. 5 yaşında idi. Salonda tahta bir levha vardı. Onun üzerine Kur’ân yazısı ile “Bismillah her hayrın başıdır. Bil ey nefsim. Şu mübarek kelime…” diyerekten Birinci Söz’ün tamamını tebeşirle ve Osmanlıca harflerle ezberinden yazdı. Takkeler, tespihler ortalıkta, biz ders yapar vaziyette iken bir de baktık polisler bastı. Suç âleti(!) olaraktan, tespihleri, Kur’ânları, Risâleleri, kardeşimin yazdığı o yazı tahtasını, rahleleri buldular ve bizi karakola götürdüler. Karakolda bir iki gece kaldık. Sonra da Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk ettiler. Daha sonra da “Şeriatçı, nurcu olduklarından öğretmenlikten atılmışlardır” kararını almışlar.

Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde iken Bekir Berk Ağabey dâvâmıza girdi ve beraat ettik.

* Bolvadin’de ve Emirdağ’da, Üstad Hazretlerinin peşinden “Bediüzzaman dede, Bediüzzaman dede” diye koşan çocukların olduğu Tarihçe-i Hayat’ta yazıyor. O çocuklar arasında siz de var mıydınız?

Image Evimizin önündeki yol, Emirdağ’dan gelen yoldan geçer. Oradan Isparta’ya da gidilir, Afyon’a da. Üstad, Emirdağ’a, Isparta’ya geldiğinde, bizim evin önündeki bu yolu kullanıyordu. Yolun üzerinde İstiklâl İlkokulu vardı. Avlusunda öğrenciler sıraya durduğu ve müdür merasim konuşması yaptığı zaman, öğrenciler arkalarını ana caddeye dönmüş şekilde olurlardı. Öğretmenler de merdivenin üzerine çıkar, yüzlerini caddeye dönmüş olurlardı. O zamanlarda ben büyük yaştayım, onun için İstiklal İlkokulundaki o öğrencilerin arasında yoktum, ama benim küçük kız kardeşim vardı. Bir ara, onlar merasimde iken, arkadan bir sarı taksi geçiyormuş. Bizim mahallede, annesi Nur talebesi olan bir çocuk vardı. Pepe çocuktu. Sırada beklerken arkasını dönmüş ve Üstadın arabasını görmüş. Sonra “Üstad geliyooor!” diye bağırmış. Ondan sonra bütün talebeler arabanın yanına koştu. Sırayı bozan, bahçe kapısından dışarıya çıkmaya başlıyor. Müdür bağırıyor, çağırıyor, onu dinleyen kimse yok. Üstad, caddede kendisine doğru koşan çocukları görünce duruyor, çocuklarla birkaç dakika konuştuktan sonra “Çocukların duâları makbuldür” diyerek çocuklardan duâ talep ediyor.

* Malûm, gündemde başörtüsü meselesi var. Başörtüsü ile alâkalı bir hatıranız hiç oldu mu?

Bayram Yüksel Ağabey, beni Ankara’ya getirmişti. Onun sayesinde Diyanet İşlerinde çalışmaya başladım. O sırada da sınavlara girip İlahiyatı kazandım. Ve İlahiyata kaydımı yaptırdım. Bir gün Bayram Ağabey “Ahmet kardeşim, çabuk giyinin, Hacıbayram’a Ulus 27’ye gidin, Zübeyir Ağabey sizi bekliyor” dedi. Ben, Ahmet Ergün, bir de Mustafa adında bir kardeş, üçümüz, Ulus 27’ye gittik. Kapıdan girdik, Zübeyir Ağabey “Oo maşaallah, mamur (memur) kardeşlerimiz gelmiş” deyip bizi karşıladı. Hasta olmasına rağmen hep güleryüzlü idi. O gün bize şunu söyledi: “Kardeşim, İlahiyata gideceksiniz, giriş kapıyı tutacaksınız, orada boykota başlayacaksınız.” Sebebi ise şu: Ben birinci sınıftayım, aynı sınıfta Muzaffer Demirsöz adında bir Nurcu kardeş ve şimdiki Ali Babacan’ın halası Hatice Babacan vardı. Bahriye Üçok, Hasan Gazi Yurtaydın birinci sınıfta İslâm dersine—ilâhiyatla alakâları olmadıkları halde—girerlerdi. Derslere girdikleri zaman boş durmazlardı, İslâm’a hakaret eder, kan kusarlardı. Bahriye Üçok, din dersinde Hazret-i Aişe Validemize hakaret ediyor, kimse sesini çıkartmıyor. Elhamdülillah Nur talebesi olaraktan, ben ve Mustafa Demirsöz kardeş ayağa kalktık “Sen nasıl bizim Hazret-i Aişe Validemize hakaret edersin be kadın! Sözünü geri al! Sen mü’minlerin annesine hakaret edemezsin” diye sınıfta bağırmaya başladık. Ertesi gün baktık, nasıl olduysa bir kardeşimiz, mini etekli olduğu halde başını örtmüş gelmiş! Bahriye Üçok, vaziyeti görünce hemen dekana gidiyor: “Bu kız, derhal okuldan uzaklaştırılsın!” O sıralarda da Ankara’da tek bir başı örtülü öğrenci yok. “Bana hakaret etti” diyerekten o kızı disipline veriyor ve okuldan attırıyor. Ondan sonra beni veriyor, benden sonra da Mustafa Demirsöz’ü veriyor. Tam bu dönemde kahraman Zübeyir Ağabey, bir diplomat gibi İstanbul’dan haber almış ve sırf bunun için bize gelmiş. Bizi de bu boykota teşvik eden Zübeyir Ağabey oldu.

Dünyada Fransa’da ilk defa bu tarz bir boykot oluyor, Türkiye’de ise ilk defa biz yapmış olduk. Sabahleyin erkenden biz üçümüz geldik. Kimse yoktu, çaycımız vardı. Erzurumlu idi, Dadaştı. Çok imanlı birisi idi. Ona talimât verdik. “Biz kapının önünde duracağız, sen arkadan kilitle, açma kapıyı” dedik. Hocaların kapısının önünde duruyoruz. Az evvel ismini saydığım o hocalar geldiler. “Ne yapıyorsunuz?” dediler. Biz de “Boykot yapıyoruz” dedik. “Ne boykotu?” dediler. “Kardeşimizi başı örtülü olduğu için disipline vermişsiniz, biz sizi boykot ediyoruz” dedik. O sırada komiseri çağırmışlar. Komiser gelince biz hemen hazır ola geçtik ve “Korkma sönmez bu şafak…” diye İstiklâl Marşını söylemeye başladık. Sınıfa doğru gelen öğrenciler bizim İstiklâl Marşını okuduğumuzu görünce, onlar da bizim yanımızda safa durdular. İstiklâl Marşı bitince, biz bir daha başladık. Üç defa İstiklâl Marşını okuduk. Gelen öğrenciler bizim İstiklâl Marşı okuduğumuzu görünce “Yav biz neden bunlara destek vermiyoruz, bunlar istiklal marşını okuyorlar” deyip bize destek verdiler. Biz üç kişi iken, elli, yüz kişi olduk! Ve bu şekilde boykot başlamış oldu. Boykot başladı tabi ama bununla bitmiyor. Zübeyir Ağabey de İstanbul’a gidiyor, “Siz derse gideceksiniz” diyerekten oradaki imam hatip okulundaki ve İslâm Enstitüsündeki öğrencileri otobüslerle bize destek için yanımıza gönderiyor. Kocaeli, Adapazarı, İzmir, Konya…

Biz, en son İlahiyatın bahçesinin önüne çadır kurduk. Mustafa Demirsöz kardeş, okuldan atıldığı için ölüm orucu tutuverdi. Gazeteciler geliyor ve netice olarak senato toplandı Dil Tarih bölümünde. Şule Yüksel Şenler, Mustafa Demirsöz’ün halası Münteha Polat ve diğer öğrencilerin çoğu, bu boykottan sonra birden örtündü!

Ahmet Vehbi Ünlü kimdir?

10 Ocak 1941 Afyon-Bolvadin doğumlu. İlkokul ve ortaokulu Bolvadin’de, liseyi Afyon Lisesi’nde okudu. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini, çocukluk ve lise yıllarında tanıdı. 1962-64 yılları arasında yedek subay öğretmen olarak askerliğini yaptı. 1964 yılı yaz tatilinde Risâle-i Nur okurken 163/3-4 kanun maddesinden tutuklandı. Bekir Berk Ağabeyin savunması ile bir yıl sonra Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nden beraat etti. Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı yüksek disiplin kurulu kararı ile öğretmenlikten uzaklaştırıldı. Sonrasında, 1965-66 yıllarında Muş Zirai Donanım Kurumu’nda yeniden memuriyet imtihanına girerek muhasebe memuru olarak çalıştı. 1966 yılından sonra Diyanet İşleri Merkez teşkilâtında memuriyete başladı. 1971 senesinde Ankara İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 33 yıl din dersi öğretmenliği yapan Ünlü’nün 3 kızı, bir oğlu var.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*