Küfrün belini kıran eser: Hüve Nüktesi

“Aziz, sıddık kardeşlerim! Kat’î kanaatim gelmiş ki, gizli dinsizler, resmî bazı memurları aldatıp Nurun mahrem büyük risaleleri içinde yalnız Rehber’i musırrâne medar-ı ittiham tutmaları ve bir buçuk seneden beri bana sıkıntı vermelerinin sebebi Rehber’deki Hüve Nüktesi olduğunu kat’iyen bildim. Çünkü bu Hüve’nin keşfettiği sırr-ı tevhid pek kat’î ve bedihî bir surette küfr-ü mutlakı kırıyor…”
(Bediüzzaman Said Nursî)

Yukarıya aldığımız ifadeler, Hüve Nüktesi’nin ehemmiyetini ve batıl mihraklara tesirini gösteren bir lâhika mektubundan. Peki üç sahifelik bu Hüve Nüktesi’ni, ehl-i ilhadın üzerinde etkili kılan bu azim tesir nereden gelmektedir? Bunu biraz düşündüğümüzde; aslında kâinatta cârî olan âdetullah kanunlarını açıkça görmek mümkün ve bu kanunlardan hava atomunun ve en küçük zerrelerin hareketlerini ve bir anda birçok yerde bulunmalarının ve birçok işi yapmalarının da hafife alınacak bir mesele olmadığını hissederiz.

Bir küçük hava zerresinin yaptığı işlerin ne önemi olabilirdi de Üstad Hazretlerine bundan dolayı sıkıntı vermişler diye aklımıza gelebilir. Malûmumuz, Cenâb-ı Hakk’ın Kelâm sıfatından gelen Kur’ân-ı Azîmüşşan; tevhid, haşir, nübüvvet, adalet ve ibadet gibi başta olmak üzere vs. maksadları takip etmiş ve bunlar üzerinde ehemmiyetlerini ihtar etmek için birçok yerde defaatle tahşidat yapmıştır. Bir de, Cenâb-ı Hakk’ın İrade sıfatından gelen “Kâinat kitabı” vardır. Kur’ân ve Kâinat, Rabbimizi bize tarif eden iki büyük küllî muarriftir ve bir üçüncüsü de Hz. Peygamber Efendimiz’dir (asm). Risale-i Nur’un yeni yeni intişar etmeye başladığı zamanlarda, İslâmiyet silinmeye ve yok edilmeye çalışılmış ve Müslümanları da İslâmiyetten ve Kur’ân’dan soğutmanın planları hazırlanmıştır. Bu plan, belki birçok inananı Rabbini bilmekten alıkoymuş, cahilliği, uyutucu ve zehirletici medeniyet fantezilerini de beraberinde getirmiştir. O ehl-i dalâlete ve fikirlere karşı yalnız bir Üstad vardı ve Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu, hak ve hakikatin gizli kalamayacağını ve buna göz yumulamayacağını pervasızca haykırmıştı. Ümidinden, şevkinden ve manevî kuvvetinden geri adım atmamış, taviz vermemişti. Bir müddet Kur’ân’ın nuruna perde çekmişler, set olmuşlar, fakat Üstad bu sefer Allah’ın İrade sıfatından gelen Kâinat kitabıyla ehl-i dalâletin başlarında bomba gibi patlamış ve o planlarını da akim bırakmıştır. Kâinat kitabında, sayfalarında seyeran eden bütün hava zerreleri “Lâ İlâhe İllallah, Kul Hüvallah” diye pek aşikâre bir tarzda terennüm ediyor. Kur’ân’a bir müddet ilişen münkirler, hava zerrelerindeki vahidiyet ve ehadiyet kanunlarına karşı koyamamışlardır. Üstad Bediüzzaman, münkirleri ilzam için öyle bir hakikat ortaya koymuş ki, hava zerrelerinin her birini adeta bir sur yapıyor ve manen diyor ki: Bunu aşamayan imana ilişemez, bunu geçemeyen dine zarar veremez diye fevkalâde ve pervasızca münkirleri susturuyor. Dinsizler buna da karşı koymak istemişler, fakat heyhat!

Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’i 1962’li yıllarda Üstad Hazretlerinin bir kısım talebeleri ziyarete geliyor. Küçük bir Risale-i Nur dersi okunup, Hüve Nüktesi’nden de kısa pasajlar paylaşılıyor. Ali Fuat Başgil kendinden öyle geçiyor ve öyle hayran kalıyor ki, şöyle diyor: “Ben şimdiye kadar bu eser gibi Allah’ın isim ve sıfatlarını bu derece bedî anlatan başka bir eser görmedim. Keşke bunlar İngilizce’ye tercüme edilse ve radyolarda okunsa, on binlerce insan Müslüman olur.”

Hakikaten Hüve Nüktesi, izah ve ispatıyla hiçbir vesvese ve şüphe bırakmıyor. Yani Hüve’yi okuyan bir insan doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını okuyarak bir nevî Marifetullaha rücu edebilir. Birkaç misalle de açıklayabiliriz: Hava ve toprak emir ve irade-i İlâhînin bir arşıdır der Üstad. Allah hava âlemindeki zerreleri birer emirber nefer gibi emrine mutî kılmış ve o zerreler birçok işi bir anda yapıyorlar. Elektriği, ışığı, ısıyı vs. ihtiyaca göre vaktinde yetiştiriyorlar. Allah kudret ve iradesiyle hava zerrelerini kader kalemiyle yazmış, kudretiyle de zamanı geldiğinde o işleri icra edecek halleri yaratmıştır… Havanın maddesinde, lâfzında bir vahidiyet gözüküyor; yani her yerde hava atomları aynı vazifeyi, bir anda, birçok eşya ve mahlûka yaptıkları, sıfatların birliğiyle anlaşılıyor. Havanın manasına baktığımızda ise ehadiyet tecellisini müşahede ediyoruz. “Biz hepimiz O’nun emriyle çalışıyor ve çalıştırılıyoruz.” Yani her bir zerre ulaştığı yerlere manen “Biz O’nun emriyle gelir, gideriz ve O’nun zatının birliğine işaret ederiz” derler. Yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden toprak, eğer tabiata, esbaba havale edilmiş olursa o zaman o toprak bütün çekirdekleri tanıyacak ve ona münasip şekilde şartları hazırlayacak ve onu üretimden çıkaracak. Bunun mümkün olmadığını basitçe anlayabiliriz; çünkü o toprağın aklı olsa ilmi, iradesi, kudreti ve hikmet olmuş olsa hergün üzerine bastığımız o toprak bize o nimetleri vermez, vermesi beklenemez. Dolayısıyla tesadüfe havalesi mümkün olmayan o zerrelerin hareketleri Allah’ın izni ve iradesiyle olduğu açıkça görülür.

Nasıl ki bir adam çok vazifeleri aynı anda yapmasıyla şaşırması, kulak aynı anda çok sesleri duymasıyla karıştırmasına rağmen toprakta, havada, suda kâinatın umumunda bir anda cereyan eden muhtelif binler sesler, kelimeler, vazifeler vs. karışmıyor, intizamını bozmuyor. Öyleyse bu unsurların bir emir ve iradeye musahhar oldukları, bir kalem-i kader ve kudret ile yazıldıkları anlaşılıyor; kör tesadüfün, sağır tabiatın, camid ve hedefsiz esbabın işi olamaz ve bu hiçbir cihetle mümkün değildir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*